KALABALIK

...Babasını getiriyorlardıBabasının cesedini uzun boylu adamlar getiriyorlardı. Onların arkasından kuyruklarda dizili siyah giysili adamlar geliyordu. Adamların yüzü batan güneşin renginden kırmızıydı bu yüzden, hepsi birbirine benziyordu. Biraz da keçiye benziyorlardı. Delikleri gözükmeyen çekik gözleri güneşin zayıf ışınlarıyla küçüldüğünden birbirini iterek yürüyorlardı.

Ara sıra adamların arasından birileri toprağı tekmeleyerek  fırlıyorlardı. Sanki, at kişniyordu.

…Adamlardan sonra sırayla çelenk getiriyorlardı. Çelenklerin kağıt gülleri rüzgar değdikçe küçük parçalara ayrılıyor, kelebekler gibi kalabalığın kafası üzerinde uçuyordu.

Siyah giysili adamlar yaklaştıkça, kalabalığın uğultusu da duyuluyordu… Rüzgar iyice hızlanıyor, siyah giysileri siyah bayraklar gibi hızla sallıyordu…

Uğultuların içersinden bir yerlerden zayıf zayıf akan tanıdık bir ses duyuluyordu

BabasıydıTabutta gözü kapalı yatarak anlaşılmaz bir tarzda küçük baykuş gibi uluyordubir yeri mi acıyordu, yoksa ağlıyor muydu?! Kim bilir, belki de şarkı söylüyordu?!

Boğazı düğümlendi :

Anne!”, diye bağırsa da sesini kimse duymadı.

Kalabalık uzadıkça uzuyor, siyah sis gibi kayboluyor, uzaklaşıyordu...

Anneannesi arkasında duruyordu, virgüle benzeyen kaşlarını oynatarak:

“Açlığın ve öksüzlüğün ne olduğunu bileceksiniz!…”, böyle söyledikten sonra keyifle gülümsüyordu. Anneannesi güldükçe ağzında bulunan birbirinden belli bir aralıkta olan, sarı madeni dişleri gözüküyordu. Anneannesi uzun süre gülümsedi ve en sonunda madeni dişlerini birbirine kenetleyerek:

Anneniz kendini bir şey sanıyordu…”, dedi.

Öyle söyleme… “, dedi ve sinirden ağzının yamulduğunu farketti. – annem öldü, bilmiyor musun?

Ölsün!”, anneannesi yılan gibi fışırdadı.

Anneannesinin omzundaki mor serçe de ağzını açarak yılan gibi fışırdadı, ensesine sardığı pembe, kör solcan da kafasını kaldırarak, sağa sola sallayıp fışırdadı

Elini uzatarak anneannesinin yüzünü tırmaladıAnneannesinin yüzü eldiven gibi ellerine yapıştı.

Tırnaklarındaki deriyi yere atmak istese de yapamadı. Deri bir türlü kopmuyordu elinden. Yerden taş alarak taşla sürterek deriyi ellerinden temizledi. Sonra nereden geldikleri belli olmayan tavuklar ortaya çıktı, anneanesinin derisini aceleyle gagaladılar….

Kalabalık gözden kaybolduktan sonra yere oturarak bacaklarını uzattı. Bacakları bir hayli uzamıştı, hem de biraz  eğilmişti.

Bacaklarını birbirine sardı. Bacağının teki ötekisine birkaç kez sarıldı ve bacakları tam bir karmaşa haline geldi. Daha sonra çalışsa da bacaklarını bir türlü ayıramadı. Bacakları düğümlenmişti

Sonra zil çaldı. Düğümlü bacaklarını peşisıra sürüyüp ellerinin üzerinde emekleyerek kapıya doğru gitti.

Gelen annesiydi. Annesi onu farketmedi, üzerinden geçerek odaları dolaştı, onu odalarda aramağa koyuldu.

Bağırmak istese de sesi bir türlü çıkmadı. El işaretleriyle annesini çağırdı. Annesi gelip onu buldu, eğilip bir süre sevecen gözleriyle onun yüzüne baktı.

Nasılsın?”, diye sordu.

Babası da buradaydı. Odanın aşağı, karanlık köşesinde duvara karşı oturarak yine bir şeyler yazıyordu. Yazarken, ayaklarını estiriyordu. Sigara içiyordu, sigaranın dumanı burnundan, kulaklarından çıkıyordu.

Sonra nasıl olduğunu anlamadığı bir şey oldu: duman  babasının kafasından çıkmaya başladı. Babası kalemi masanın üzerine bırakarak kulaklarını kapayarak:

Yandım, başım yandı, Allah!”, diye bağırmaya başladı.

Annesi mutfaktan çiçekleri sulamak için kullandıkları küçük emzikli kovayı getirerek babasının kafasını suladı. Babasının kafası sudan çızırdadı, daha fazla duman çıkmaya başladı.

Annesi dumanı kovarak ve gülerek gelip onu kucağına aldı, yatağına yatırdı ve üzerini başörtüsüne benzeyen pembe bir şeyle örterek:

“Uyu artık, çok geç oldu…”, dedi. Kendisiyse gitti.

Başörtüsünün altından gözüken her şey pembeydi….

Babasının kafasından artık dumanlar yükselmiyordu. Babası şu an  büyük gözlükle pembe sayfaları öyle bir karıştıyordu ki, sanki aralarında çok tatlı bir yiyecek vardı.

Sonra nereden geldiği belli olmayan kocasına benzer genç bir adam gelip onun başının üzerinde durdu ve pembe bıyıklarıyla gülümsedi. Utanarak pembe tül örtüyü yüzünden kaldırdı, ellerinden tutarak onu ayağa kaldırdı.

Ayağa kalkarken üzerindeki güller yerlere döküldü

Müzisyenler koridorda duruyorlardı, koridordan mutlu insanların arasından onu seyrederek, gözleri büyüyerek komik bir oyun havası çalıyorlardı. Kocası yere dağılan gülleri götürerek onun kucağına doldurdu. Bir baktı ki, meğerse kucağındaki gül değilmiş, eski ayakkabılarıymış

Sonra ayakkabılarının nereden gelip kucağına düştüğünü de hatırladı. Demin dışarıdaVağzalının sesini duyduğunda, kendini kaybettiği için sağa sola koşturduğu zaman çizmelerini giymeyi unutmuştu. Demin çizmelerini giymeye çalışsa da, bir türlü giyemiyordu. Kayıyordu ve elinden yere düşüyordu.

Eğilip bacaklarına baktı. Bacakları soğuktan donarak bembeyaz olmuştu. Bembeyaz dişe benziyorlardı

Kocası koluna girerek onu müzisyenlerin yanından geçirtti, özenle merdivenleri indirmeye başladı.

Merdivenleri indikçe, beyaz gelinlik elbisesinin belden aşağı kısmı sık sık peşinden merdivenleri inen akrabalarının ayaklarına takılıyordu. Böyle anlarda o, düşecekmiş gibi oluyordu. Sonra elbisesinin aşağı kımsı sanki bir şeye takıldı

Arkaya baktığı zaman bayılacak gibi olduArka tarafta kimse yoktu. Elbisesinin belden aşağı kısmını merdivenlerin parmaklığına geçirerek bir yerlere kaybolmuşlardı

Geri dönerek parmaklıktan elbisesini çıkarmağa çalıştı. Uzun süren uğraşlardan sonra hiçbir şey başaramadığını farketti. Parmaklıktan aşağıya baktığı zaman kocasının merdivenin en son basamağında olduğunu gördü.

Kocası elleri cebinde birileriyle konuşarak merdivenleri iniyordu, sokağa çıktığında kahkahayla güldü. Sonra kocasının sesi bir süre daha duyuldu. Kocası askeri uçak yapımından konuşuyordu. Kocasının sesi bir süre sonra artık duyulmadı.

Elbisesini çekiştirmeye başladı. Kafasında sanki uzunca bir şey vardı, fakat onun ne olduğunu bir türlü anlıyamadı. Zira, eli başına yetişmiyordu. Eli iyice kısalmıştı, ağzına bile zorla ulaşıyordu

Elbisesini bir daha çekiştirdiğinde kafasından uzun vazoya benzeyen bir eşya yere düşerek kırıldı, küçük parçalara bölündü

Sese komşular kapılarını açtılar. Bir süre öfkeli çehreyle onun yaptıklarını izlemeye koyuldular

Elbisesini çekiştirdikçe acayip bir ses tüm katlara yayıldı, bir evde bu acayip sesten bir bebek uyandı ve tüm gücüyle çığlıklar atarak ağlamaya başladı. Sonra bir baktı ki, ses elbisesinden geliyor. Meğerse büyük kızıymış deminden beri ağlayan, kafası parmaklıklara sıkışmışta o yüzden ağlıyormuş

Çocuğu kafasıyla beraber öyle bir çekti ki, kızının kulakları koptu….

Karşı dairede oturan kalın kaşları olan adam kaşlarını estirerek bir ona, bir de kızının mantı gibi yere yapışmış kulaklarına baktı ve bir süre sonra:

Tüh!”, diyerek öfkeyle kapıyı kapattı.

Utançtan soluğu kesile kesile kızının kulaklarını yerden alarak ceplerine soktu, ağlamaktan mosmor olmuş kızını kucağına götürerek aceleyle merdivenleri inmeye başladı.

Merdivenlerse bir türlü bitmiyordu, tam tersi uzayarak biraz da çoğalıyordu. Birkaç kattan sonra kapılar bile bitiyordu, fakat merdivenlerin sonu gözükmüyordu.

Kocasının sesi şimdi de üst katlardan geliyordu, kocası yine askeri uçak sanayisiyle ilgili konuşuyordu.

Komşular bağırarak yüksek sesle:

Hayırlı olsun! İnşallah, mutlu olursunuz!”, diye en içten dileklerini söylüyorlardı.

Müzisyenler de üst katlarda çalıyorlardı. Sonra kocası da, müzisyenler de bağıra çağıra merdivenleri indiler, konuşarak çekip gittiler. Uzaklarda bir yerlerde araba kapılarının ve komşularının sesi duyuldu.

Kızı kucağında bir süre ağladı, küçücük elleriyle kulaklarının kanını yüzüne yaydı, daha sonraysa kanlı parmaklarını emerek uyudu.

….Kızı kucağında eğilip bir süre aşağıyı, daha sonra kafasını kaldırarak yukarıyı seyretti.

Merdivenlerin ne başlangıcı,  ne de sonu belliydi. Merdivenlerden sonra avluya açılan dış kapının ne tarafta olduğunu hatırladı, ama merdivenlerin bitiş noktasını bir türlü hatırlayamadı.

Merdivenin bir köşesinde oturarak kızını kucağında sallayarak:

Aaa!”, diye mırıldandı.

Kızı kafasını onun göğsüne yaslayarak uyudu. Bir süre kucağındaki çocuğu sallayarak basamaklardan birinin üzerinde oturup sessizliği dinledi. Sonra sanki aşağıda bir yerlerde birileri bir kapıyı açtı. Ve az sonra aşağıdan annesinin yorgun sesi duyuldu ve merdiven boyunca yankılandı

Annesi:

Acele et! Bunlar beni öldürdü…”, diyordu.

Çocuğu göğsüne yaslayarak koşarak adımlarla, binbir güçlükle aşağıya indi

Ev çocukla doluydu. Çocuklar odalarda, koridorda durmadan koşturuyorlardı. Beş altısı koridorda biskilet sürüyor, azıcık büyükleriyse perdelere, avizelere tutunarak odanın içinde dolaşıyorlardı. Geriye kalanlarıysa odanın zemininde emekliyorlardı. Bir ikisi annesinin kucağındaydı, açgözlükle annesinin göğüslerini emiyorlardı.

Annesinin saçları uzamış, omuzlarına dağılmıştıKucağındaki çocuklar bir taraftan göğüsünüi emerken bir taraftan da annesinin saçlarını örüyorlardı.

Çocuğu kucağından indirdikten sonra tüyleri diken diken annesine baktı:

Bu ne böyle?”, diye sordu.

Annesi çocukarı perdelerden kopararak:

Bunu asıl sana sormalı.”, dedi. Sonraysa çocuklar göğüslerinden asılı halde, elleri sırtında onunla karşı karşıya durdu.

Şimdi  diyeceksin ki, haberin yoktu. Öyle mi? “, dedi.

Vücudu garip bir sızıyla doldu

Çocuklardan ikisi ayağına kadar ulaşıp topuğuyla yukarıya tırmanıyor, aşağıdan yukarıya onun yüzüne bakarak miyavlıyorlardı.

Annesi evin kıyısından köşesinden, dolapların altından, sandalyelerin altından çocuk topluyordu. Topladıkça hüzünlü sesiyle:

Bin kez söyledim, iki çocuk yeter sanaSöyledim değil mi?”

Söyledin…”

Annesi söylenerek çocukları büyük, tozlu keselere topluyordu:

Peki, o zaman neden dinlemedin?”

Sonuncu çocuğu yastığın altından çıkarıp tıkabasa çocuklarla dolu kesenin içine bastı, kesenin ağzını kapattı, çıldırmış gözlerle ona bakarak:

Haydi, acele et…”, dedi.

Mutfakta eli, ayağı eserek kibrit aradı, adeta sürünerek getirip kibriti annesine verdi. Annesi kibriti aldıktan sonra:

Peki, benzin nerede?”, diye sordu.

Benzin annesinin yatak odasında, elbise dolabının içindeydi.

Benzini annesine verdikten sonra duvara yaslanarak gözlerini kapattı. Sonra parmaklarının arasından annesinin çocuklarını nasıl yaktığını izledi. Annesi benzin dolu şişeyi açarak şişedeki benzini içinde çocukların bulunduğu kesenin üzerine boşaltıyor, daha sonraysa geri çekilerek yanan kibrit çöpünü keseye atıyor….

Kese ateş aldıkça acayip sesler çıkarıyor, çığlık çığlık bağırıyor, büyük adamlar gibi oturup kalkıyor, ateş vücuduna geçtikçe odanın içinde koşmaya, kendini duvarlara vurmaya başlıyor. Sonra ansızın kese simsiyah oldu, çığlık atarak yere yığıldıSimsiyah duman ortalığı kapladı

Dumandan boğularak evin içinde dolaşarak:

Anne!”, diye bağırdıysa da kimse ona yanıt bile vermedi

Sonra dumanın içinde uzun süre yürüdüEvin duvarları, koridoru simsiyah dumanın içinde eriyip kaybolmuştu. O yüzden karanlığın içiyle bir süre daha yürüdü

Bir süre daha yürüdükten sonra birisiyle çarpıştı, çarpıştığı onun kimliğini ekşimsi ter kokusundan, bir de ucuz etir kokusundan anladı.

Okulun müdürü Süreyya hocaydı. Kırışıklarla dolu çehresi dumanın içinde kalın, ağır bayrak gibi dalgalanıyordu

Süreyya hoca ona çarparak durdu, sağ gözünün üzerine inen kırışı yukarıya kaldırarak bir gözüyle onu izledi, erkek sesini andıran kalın bir sesle:

Ellerini göster bakalım.”, dedi.

Elleri yanmış kesenin dumandan simsiyah olmuştu, ellerini ileriye uzattı. Süreyya hocaya gösterdikten sonra kafasını salladı.

Süreyya hoca öteki gözünü de kırıştan kurtararak onun ellerine dikkatlice baktı, sonra kafasını kaldırarak hâlâ bayrak misalı dalgalanan çehresiyle dikkatlice onun yüzüne baktı, kaba bir sesiyle:

Yarın okula velin gelsin”,  söyledi, gözlerinin kırışını tekrar eski haline döndürerek dumanın içinde zorla yürüyerek gitti...

Sonra yine arkadan bir yerlerden Süreyya hocanın kaba sesi duyuldu. Süreyya hoca yine birileriyle çarpıştıktan sonra:

Ellerini göster bakalım.”, dedi. Ve ekledi: “Yarın velin gelsin okula.”

Süreyya hoca fazla uzağa gitmedi. Arkasına bile bakmadan hissetti ki, Süreyya hoca bir kadar yürüdükten sonra arkada yine birilerini gördü, ama onlara hiçbir şey söylemedi, bir an yerinde durduktan sonra geri döndü, siyah dumanı yararak eğri vücuduyla gerisin geri koşmaya başladı. Geriye göz atmasa bile, Süreyya hocanın yalnız olmadığını farketti.

Az sonra bir de baktı ki, dumanın içiyle, omuzlarına dokunarak çevresinde adımlayan uğultulu siyah giysili adamların arasıyla yürüyor

Peşinden gelenler yine elbisesine basıyor ve o da düşecekmiş gibi oluyordu, sendeliyordu. Bir ara sanki birileri onun uzun elbisesinin eteğine bindi, keyifle, kısık sesle güldü de.

Arkasına baksa da, tanıyamadı. Yuvarlak yüzlü, zayıf bir kadındı, eteğinin üzerinde oturmuştu, kafasını, kulaklarını estirerek acayip sesler çıkararak gülüyordu.

Kadının yüzü çok tanıdıktı. Fakat nerede gördüğünü hatırlayamadı, bir resimde mi görmüştü o kadını, yoksa kadın onların evine misafirliğe mi gelmişti?! Yine babasını getiriyorlardıVe yine babası tabutta gözü kapalı yatarak anlaşılmaz bir tarzda küçük baykuş gibi uluyorduBabasının ulumasına siyah dumanın bir yerlerinden baykuşlar eşlik ediyorlardı. …Tüyleri diken diken oldu, üşüyerek elbisesinin dekolte kısmının önünü kapatmaya çalıştı, fakat olmadı, kapatamadı. Sonra sanki baykuş sesleri çevreden duyulmaya başladı. Sanki kalabalığın içinden birileri ilk önce baykuş gibi uludular, daha sonraysa kısık sesle güldüler.

Etrafını kolaçan ederek, kalabalıktan kurtulmanın yollarını aradı. Fakat bu arada kimse sırtına tahtayla vurarak olanca sesiyle: “Yürü bakalım.” , dedi.

Arkasına bakmasa da, sesinden tanıdı. Sugra hocaydı. Her halde şimdi şaşı gözleri öfkeden iyice büyümüştü, tükürüğü her zaman olduğu gibi yine dudaklarının kenarında kurumuştu, elinde kırık ucuyla haritaların eski deliklerini yırtıp büyüten büyüteci vardı.

Sonra birileri hemen yanı başında uludu, baykuş kafasını ona doğru dönerek yuvarlak gözlerini büyüttü, tüylü gerdanını estirerek korkunç bir ses çıkardı

İçini acayip bir sıkıntı kapladı, elleriyle yüzünü kapatarak ağladı.

Ağla, yavrum, ağla. Ağlayacak zamanın geldi artık senin de…”

Yine de o madeni dişli anneannesiydi. Ön safta eğri bacaklarını arkasınca sürüyerek, kamburunun arkasından bakarak, ara sıra keyiften solumadan fışırdıyordu habire:

Daha çok ağlayacaksınızHepiniz ağlayacaksınız…. Ağlayarak öleceksiniz!… Ölerek ağlayacaksınız!…”
Anneannesinin yine boz serçesi omzundaydı, yine küçük gözleriyle onu izliyorduPembe solucan da kendi yerindeydi, kıvrılarak küçücük kafasıyla kuyruğunu anneannesinin boynunda düğümlemişti.
Deminden beri Sugra hocaların safında sinek kovalayarak ilerleyen adam elinde bulunan sinekleri öldürmek için kullanılan araçla onu nasıl vurduysa anneannesi asfalta yapıştı. Anneannesinden geriye kalan sadece nokta kadar bir leke oldu.
Birileri kolundan tutup onu çekiştirdi o, eteği peşinden gelenlerin ayakları altında kalarak yırtıldı. Fatma`ydıBeyaz okul önlüğü de, bir ucu kafasından omzuna sarkan beyaz bantı da mürekkep lekeleriyle kaplıydı.
Gözlerini kısarak kafasıyla bir şeylere işaret ediyordu…                 

….Fatma`yla beraber koşarak siyah kalabalıktan uzaklaştıkça, arka taraflarında Sugra hocanın ince tahtasının sesini duyuyorlardı. Sugra hocanın sopası arkalarında vınladıkça, vücutları sızıyla dolu bir halde kendilerini okulun arka bahçesine attılar. Spor salonun önündeki köşede bulunan büyük demir fıçının içinde saklandılar ve fıçının kapağını kapattılar. Fıçının içinde demirler vardı ve zemini narın kumla kaplıydı. Fatma karanlık fıçının içinde kendini rahatladıktan sonra:

Artık merak etme, kimse bizi bulamaz…”, dedi.İkinci zilden sonra çıkarız buradan

Fıçıda zaman adeta aktı, ikinci hayli zaman çalındı ve çocuklar avluya çıktılar. Fıçının kapağını at ayaklarıyla vurarak bir bu tarafa, bir öbür tarafa koşturdular. Sonra sessizlikBirisi fıçının kapağını kapı gibi çalmaya başladı.

Soluk almayı bırakarak fıçıda bulunan küçük delikten dışarıya baktıSugra hocanın yeşilimsi kulaklarıydı gözüken. Fıçıda bulunan küçük delik boyunca bir şeyler arayan büyük el gibi yukarıya, aşağıya dolaşıyordu. Sonra fıçının kapağı aralandı ve içeriye Sugra hocanın çekiç gibi sivri burnu girdibir süre fıçının içini kokladı. Sonra fıçının küçük deliğinden içeriye Sugra hocanın çatala benzer eğri parmakları girdi. Parmaklar bir süre kör akrep gibi fıçının içini dört dolandı, galiba onları arıyordu

Sugra hocanın akrebi bir süre parmaklarının üzerinde dolaşarak sonunda Fatmanın bacağını yakaladı.

Fatma bacağı Sugra hocanın elinde sonuncu kez hüzünlü bir çehreyle karanlığın içinden ona son kez baktı, küçük, yuvarlak gözleri bulut bulut doldu

Sugra hoca bir süre Fatma`yı fıçının içinde tersine bekletti, sonra yukarıya doğru çekerek, üzerindeki elbiselerini yırtarak dışarıya çıkardı.

Sonra bir süre tüm vücudu titriyerek Fatma`nın fıçının dışından duyulan sesini dinledi. Fatma ilk önce kedi gibi miyavladı, tavuk gibi gıdakladı, sonraysa soluğu kesilirmişcesine uzun uzun kişnedi

Dizleri eserek fıçının deliğinden baktı ki, Sugra hoca Fatmanın sırtında ucu kırık sopasını havada sallayarak, Fatmanın arkasına vurarak bağıra bağıra okula doğru koşturuyor

Fatma kişneyerek uzaklaştıkça fıçının içini karanlık kaplıyordu. Belki de her tarafı böyle karanlık bastırıyordu, kim bilir?! Ne olduğunu anlamıyordu, fakat anladığı bir şey varsa o da fıçının hızla ısınmasıydı.

İçi daraldı. Fıçının kapağını kaldırmağa çalışsa da başaramadı. Sanki birileri fıçının kapağının üzerinde oturmuştu.

O yüzden fıçının bir köşesine sindi. Ve bu halde de galiba uyudu

Uykudayken, tüm vücudunu ter kaplıyor, dizleri boşalıyor, fakat o, tüm bunlara aldırmadan itinayla çalışıyordu. Bir mucize yüzünden uyumuş Sugra hocanın kulağına civa döküyordu.

Civa termometrenin ucundan açık renkli reçel gibi usul usul, damla damla Sugra hocanın büyük kulağına bir türlü uyuşmayan küçük kulak deliğinden içeriye akıyordu, aktıkça Sugra hoca keyifle inliyordu. Termometrenin içinde bulunan civa bitiyordu, fakat Sugra hocanın inlemesini durdurmak imkansızdı.

İçi boşalmış termometreyiyse saklamak için bir yer yoktu, sinsi bir haraketle çevresini kolaçan etse de, bir yer bulamadı. Ve termometreyi Sugra hocanın kulak deliğinden içeriye bıraktı. Termometre bir süre Sugra hocanın kulağında uçtu, uçtu ve sonra sulu bir yere düştü sanki. O an Sugra hoca gözlerini büyük büyük açarak ona baktı, gümüş gibi parlayan yüzünü eğerek:

Bunu sen mi yaptın?”, diye bağırdı

Onu da bacaklarından yakalayarak bir süre tersine beklettiler ve sonra aynen o halde götürerek beyaz giyside, beyaz yatakta yatan annesine gösterdiler. Annesini de ters gördü

Annesi bu durumda yatağı sırtında taşıyan bir böceğe benziyordu

Sonra onu iyice sardılar, götürüp başka bebeklerin bulunduğu bir karanlık odaya attılar ve çekip gittiler.

..Odanın yukarı köşesi de bebeklerle doluydu. Doktorlar gittikten sonra bebekler sırayla dizilerek şarkı söylemeğe başladılar. Koronun içindeki bir bebeğin sesi çok tiz çıkıyordu. Bir baktı ki, meğerse küçük kızıymış. En küçük beze onu sarmışlardı, elleri kolları sarılıydı, sadece yüzü gözüküyordu.

Kızı bebeklerin arasındaydı, küçük ağzını yukarıya doğru açarak ince sesle şarkı söylüyordu. Şarkı söyledikçe ağzı kuş gagası gibi açılıp kapanıyordu….

Sonra birileri gelip odanın ışıklarını yaktılar. Ve ışıklar yandığı gibi bebekler oda boyunca dağılarak salyangoz gibi sürünmeğe başladılar. Beyaz giysili doktorlar onları yakalamağa çalışsalar da, uğraşmaları boşunaydı.. Bebeklerin hepsini yakalamak imkansızdı. Bebekler sürünerek duvar boyu kalktılar, bir ikisi tavandan aşağıya sarktı.

O da karnını soğuk zemine bir süre sürterek süründü, terledi. Bebeklerin süründüğü yere doğru sürünüyordu o da. Bebekler duvarın üst kısmına ulaşarak tek tek orada bulunan deliğe giriyor ve ortadan kayboluyorlardı. Doktorlar yakaladıkları bebekleri odun gibi üst üste topluyor, bir yerlere taşıyorlardı.

Ondan önde sürünen bebek zayıftı diye delikten rahatça geçti. Geçtikten sonra delikten ona baktı ve göz kırparak, boğuk bir sesle:

Gel, gel, “ey dili  gafil!”, diyerek ortalardan kayboldu.

Baktı, meğerse bezle sarılmış bebek bıyıklı, kırsaçlı adammış. Adamın soluğu acı tütün kokuyordu.

Kafasını deliğe sokarak sonu gözükmeyen karanlığa baktı.

Delikten tanıdık nem kokusu duyuluyordu. Bir de acayip sesler duyuluyordu. Sanki birilerini yıkıyorlardı. Kafasına kovayla su döküyorlardı.

İlk önce kafasını, daha sonra tüm vücudunu deliğe soktu, sürünüp kalın, sert duvarlara yüz sürerek bebeklerin açtığı havasız yolla uzun süre gitti.

Yol çok uzundu, süründükçe bir türlü bitmek bilmiyordu. Az sonra sert duvar bitiyordu, hafif nem toprak başlıyordu. Toprak azıcık sıcaktı. Sanki birileri burada az önce uyumuştu. Toprağın içi öyle sessizdi ki, süründükçe sürtünme sesinden kulakları batıyordu.

Toprağı koklayarak sesin geldiği yöne doğru yürüdü

Babasını toprağın en ılık yerine gömmüşlerdi. Sürünerek babasının çehresi hizasında dolaştı, yanağına, oradan da çenesine doğru kaydı.

Babasının gözleri, burnunun delikleri ılık toprakla doluydu. Yüzü azıcık değişmişti. Burnu uzamış, kaşları yukarıya doğru gerilmiş, bıyıkları tel gibi kabarmıştı.

Elini bezden çıkararak serçe parmağıyla babasının bıyığına dokundu.

Tüy tel gibi gerildi, çınlayarak toprağın kumunu ayağa kaldırdı.

Parmağını babasının bıyıkları boyunca dolaştırdı. Toprağın içiyle ne zamansa duyduğu tanıdık, hüzünlü bir şarkının tınıları duyuldu.

Müziğin sesinden sonra çevrede ne kadar börtü  böcek vardıysa hepsi sürünerek geldiler, çember oluşturarak oturdular, siyah, donuk gözleriyle onu seyretmeye koyuldular.

Bezden öbür elini de çıkararak babasının bıyıklarını iki eliyle çalmaya başladı. Çaldıkça salyangozların, küçük böceklerin gözleri fal taşı gibi açtı. Dikkatlice baktığı zaman farketti ki, böceklerin en küçüğü meğerse onun öz kızıymış. Yanlara uzamış bıyıklarını oynatarak nokta kadar olan kafasıyla onu izliyordu.

Babasının bıyıkları kuruydu diye, çaldıkça teker teker koparak yere düşüyorlardı. Müzik şölenini yarıda kesmek zorunda kaldı.

Salyangozlar yerlerinden kıpırdamadılar bile, gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde onu izlediler, sonra koşarak gidip etrafa dağılmış babasının bıyıklarını toplayıp getirdiler, ona sunduktan sonra tekrar yerlerini aldılar.

Ne kadar çalışdıysa da bıyıkları tekrar yerlerine geçiremedi. O zaman bıyıkları bir kenara itti, utanarak babasının cebine girdi. Cebin içi küfle kaplıydı, yukarı köşesinde annesi bağdaş kurarak bir şeyler yapıyordu, galiba babasının yırtık cebini dikmekle meşguldu. Onu gördükte:

Bu kadar yırtık, sökük mü olur? O yüzden evde bolluk denen şey yok”, diye dert yandı: “Kendin de görüyorsun işte!”

Kafasını söküğe sokarak öbür tarafa baktı. Söküğün öbür tarafı parlak ışıklarla ve insanlarla doluydu. İnsanlar öfkeli çehreleriyle geniş balkonlarda dolaşıyor, asansörü bekliyorlardı. Ona da gelmesini söylediler.

Gelip asansörün önünde durdu. Asansörün kapısı açılıp kapandı ve o, bilmediği, sinirli insanlarla, dört bir tarafı aynalı, havasız asansörün içinde buldu kendini. Yüzünü duvara dönerek, soluk bile alamadan bir süre böyle üst katlara kalktı.

Daracık olduğundan asansörün aynaları buğulu bir hal aldı. Sonra asansörün içindeki havasızlık insanları da terletti ve bir süre daha böyle o insanlarla bulunmak zorunda kaldı.    

Sonra asansörün kapıları açıldı ve onlar ayna zeminli büyük salona çıktılar. Salon şık giysili insanlarla doluydu. Kadınların kafalarındaki telekler, erkeklerin üzerinde bulunan parıltılı ceketler salonun gür ışıkları altında ışıldayarak değişik renklere dönüşüyordu.

İnsanların çehresi de elbiseleri gibi ışıldıyordu. Onu görüp alkışladılar, ellerinde bulunan çiçekleriAferin, aferin”, diyerek ona doğru attılar.

Gülleri havada yakaladıktan sonra özenle eğilerek selamladı insanları, sonra önündeki mikrofonu tıkırdatarak bir adım geriye çekidi, uzun, siyah zurnasını ağzına tuttu, avurtlarını şişirerek çalmaya başladı. Zurnayı üfledikçe avurtlarıyla beraber ilk önce kulakları, daha sonraysa tüm vücudu şişmeğe başladı. Ayaklarını havaya kaldırdı ve o, onuAferin, aferin”, diye alkışlayanların başının üzerinden uçup gitti

Bir süre böyle zurna çalarak şehrin üzerinde uçtu. Zurnanın sesi henüz tam uyanamamış şehre yayılarak insanları uyandırdı, onlar balkonlarından yukarıyı seyrederek iç geçirdiler:

Bu çocuğun donu nerede?”, diye sordular.

Sonra tanımadığı birisi onu sahneden indirdi, siyah zurnayıysa elinden aldı:

Ayıp yahu, ayıp, hiç olmazsa hüzünlü bir şey çal….”

Bir baktı ki, yine babasını getiriyorlar. Ama bu kez ne garipti ki, babasını demin götürdükleri yönün tam tersine götürüyorlardı.

Önde bomboş çiçekli çerçeveler, sonra siyah elbiseli adamlar, en sondaysa babasının cesedi geliyordu. Artık cesedi taşımaktan yorulmuşlardı galiba insanlar, artık eğri tekerlekli bir arabanın üzerindeydi babasının cesedi ve adamlar o arabayı peşisıra sürüyorlardı. Süründükçe babasının çehresi esiyordu ve böylece yüz çizgileri durmadan değişiyordu. Burnu ağzına kadar iniyordu, kulaklarıysa ensesine.

Siyah zurnayı ağzına götürüp avurtlarını şişirerek bu kez çok hüzünlü bir türkü çalmaya başladı. Çaldıkça gözlerinden yaşlar boşalıyordu, çaldıkça gözlerinin şaşılaştığını farkediyordu.

Babasının cesedini dedesi taşıyordu. Tabutun iplerini iki taraftan omzuna geçirerek uzun boynunu eğerek, soluk bile almadan yürüyordu. Ara sıra elindeki dürümü ısırarak:

Zavallı yavrum “, diye inliyordu….

Babası tabutu böylece taşıyor, aynı zamanda neresinden çıkardığı belli olmayan şişeden su içiyordu. Sonra yürümekten yorulmuş bir iki adamı da sırtına aldı, içtiği su midesine bile inmeden acıyla tabut arkasında yürümeği sürdürdü

Dedesinin arkasından ne kadar koşsa da bir türlü ulaşamadı. Dedesi siyah kalabalığın arkasından bir süre koştu, sonraysa ortalardan kayboldu.

Anne!”, diyerek hüngür hüngür ağladı.

Canım, yavrum!”

Annesi şişmanlamıştı. Karnını sallayarak gelip onun başının üzerinde durdu, eğilip bir süre onu seyretti, daha sonra kucağına götürdü, sallayarak:

Aaaa”, dedi.

Annesinin göğüs uçları çok büyük ve de sertti diye hiçbir şekilde  ağzına girmiyordu

Annesi onu ilk önce yavaş yavaş, sonraysa hızla sallamaya başladı.

Sonra daha hızlı sallamaya başladı ve kendisi de onun yanına oturdu. Beraber sallanmağa başladılar. Salıncağın hızı gittikçe iyice artıyordu. Sallandıkça yanında yatan annesine bakıyordu.

Annesi sallana sallana uyumuştu. Yarı açık ağzından uyuduğu için uyuşan ve küçük  küçük titreyen dili gözüküyordu

Salıncağın hızı arttıkça annesinin horlaması da artıyordu. Annesi horladı, horladı ve en sonunda onun horlaması aslanların haykırtısına dönüştü. Annesinin haykırtısından korkarak üşüdü, kafasını annesinin göğsüne sıktı. Annesinin göğsü yumuşacıktı ve sanki derinliklerinde bir makine çalışıyordu.

Annesi haykırdıkça tüyleri diken diken oluyordu, güneşin çehresi morararak lekelerle kaplanıyordu, salıncağın gözükmeyen tarafları acayip sesler çıkararak kırılacak gibi oluyordu.

Sonra nasıl olduysa annesi ansızın öyle bir haykırdı ki, salıncak koparak geriye uçtu.

Kafası annesinin göğsünde, kulağında annesinin göğsünün derinliklerinde çalışan saatin sesi uzun süre geriye uçtular, daha sonra yere düştüler.

Ayağa kalkarak seke seke evveli ve sonu bilinmeyen duvarın dibiyle gezerek annesini arasa da bir sonuç alamadı.

Annesi şimdi de duvarın öbür tarafında horluyordu

Duvarın karşı tarafında sarkaçlı saatin yanı başında, kadife kılıflı koltukta dedesi oturup gözünde gözlükleri öfkeyle gazete okuyordu. Okudukça da bacaklarını estiriyordu. Onu gördükte bacaklarını estirmedi, kaşlarını gözlüğün üzerinden az daha kaldırdıktan sonra:

Vay be!”, dedi ve başka bir şey söylemedi.

Sekerek dedesinin yanına yaklaştı ve dizini dedesine gösterdikten sonra:

Bacağım kırıldı galiba”, diye inledi

Dedesi bir süre hayretle onu seyrederek daha neler söyleyeceğini bekledi.

Sekerek bir adım daha ileri giderek dizini dedesine gösterdikten sonra:

Bu bacağım işte...”, diye inledi tekrar.

Dedesi bir süre daha onun ezilmiş bacağını inceledikten sonra:

“Komşun kötüyse göç et gitsin, bacağın acıyorsa kes at gitsin…”, dedi.

Yere çökerek dizinin kapağını açtı. Dizinin içinde saat çalışıyordu. Dizinin kapağını kaldırdığında zili öttü saatin. Dedesi zilin sesine kaşlarını iyice yukarıya kaldırdı ve sesi uzayarak öfkeli bir biçimde:

Vay be!”,dedi ve oturduğu koltuğundan aşağı eğilerek terliğinin tekini çıkardı, ona doğru fırlattı.

Terlik kafasının üzerinden hızla geçerek arkasında duran elinde sepet bulunan adamın yüzüne çarptı. Adam dizi üzerine çökerek ağlayacak gibi oldu ve sürünmeğe başladı. Onun yanından geçti, dedesinin koltuğuna ulaştığında durdu, onun anlayamadığı bir dilde dedesiyle bir şeyler konuşmaya başladı.

Adam konuştukça dedesi surat asarak hoşnut olmadğını belli edip sadece:

Hayır”, diye kestirip attı.

Sonra bu adamlardan birkaçı daha geldi. Onlar da aynen az önceki adam gibi sürünerek dedesinin koltuğunun önüne kadar geldiler ve ona bir şeyler anlattılar. Onlar inledikçe dedesi iç geçirerek:

Vay be! “, dedi. Dedesinin buvay beleri zaman geçtikçe daha korkunç bir hal alıyordu.

Sonra dedesi ayağa kalktı ve koltuğunun yanı başında bulunan emzikli su kovasını alarak adamları suladı. Bir de baktı ki, adamlardan teki yeşerdi. Sonra dikkatlice baktıktan sonra adamın yeşermediğini, sadece tüm vücudunu kirpi gibi dikenlerin kapladığını farketti.

Arada kirpi adam ona bakarak sırıttı ve burnunun ucundaki siyah, yuvarlak beni sıkarak araba kornasına benzeyen bir ses çıkardı.

Dedesi oturup esneyerek onu izliyordu. Sonra bir yerlerden dedesinin nohut kadar karısı, babaannesi geldi, dedesinin avucuna çıktı, dizlerinin üzerine çökmüş adamlara el  kol haraketleriyle bir şeyler söyledi.

Babaannesi konuşmasını bitirdikten sonra dedesinin kolunun üzerinde yürüyerek boğazına, oradan kafasına tırmandı, kulağına girerek ortalardan kayboldu.

Sonra nasıl olduysa adamlar dizlerinin üzerinde ona doğru yürümeğe başladılar.

En önde kirpi adam geliyordu, ara sıra yumağa dönüşerek sırtındaki oklardan ona atıyordu. Oklar kafasının, omzunun üzerinden hızla geçiyordu.

Dönüp biri uzun, ötekisi kısa bacaklarıyla yalpalayarak ördek gibi koşmaya başladı.

Arkadan dedesinin öfkeli sesi duyuluyordu. Sık sık iç geçirerekvay be!” , diyordu.

Arkadakiler gelip yetiştiler ona, yere düşürerek bağırtarak tüylerini tek tek çekip kopardılar. Tüylerini tek tek çekip kopardıkça o, bağırarak çıplak vücuduyla, örtüsüz arkasıyla yalpalayarak koşmaya çalışsa da onu yakaladılar. Adamların elinden kurtulamadı. Onu yere düşürerek ayaklarını iple sardılar, kollarını geriye katlayarak dilini dışarı çıkardılar. Sonra vücudu korkudan kasıldı, bıçağın sivri ucunu gırtlağında hissetti. Bıçak damarları boyu kaydıkça nohut babaannesinin sesini duydu:

- Kafasını bırakbabaannesi ince sesiyle konuşuyordu: - sofra için böylesi daha güzel.

Babaannesi hem konuşuyor, hem de onu bir güzel haşlamak için ateş yakıyordu. Çatırdayarak yanan ateşin kokusu duyuluyordu.

Adamlardan bir bir güçlükle kurtuldu, kan akan boğazıyla, kanının içinde kayarak kesik kafası omuzunda annesine doğru koştu.

Annesi uykudan uyanmış, yattığı yerde esniyordu, onun kesik kafasına bakıyordu gözlerini kırpmadan:

- Gel, uyudiyorduyarın erkenden uyanmalıyız

Bir süre böyle sadece damarlarına ilişmiş kafası annesinin ayaklarında, bulutlu semayı seyrederek hırıldadı ve sustu. Sonra rüzgar esti. Estikçe hızlandı

Yine rüzgarın sesinin içiyle uzaktan baykuş sesleri duyulduKalabalık yine çok yakındaydı

Bağırmak istedi, fakat sesi çıkmadı, boğazından ses değil de, çok korkunç bir hırıltı çıktı. Hırıldayarak:

- Gitme, Hektor, gitme o kanlı savaşadiye bağırdı ve bayıldı

 


**

Onu da tabuta koyarak babasıyla beraber götürüyorlardı

Anneannesi sırtını eğerek, zayıf, kemikli kollarını sallayarak her kesten önde yürüyordu:

Yavrum ölüyor, yavrum, heeeyyyyyy!”, diye bağırıyordu, fakat gülüyor muydu, ağlıyor muydu bir türlü belli değildi.

Sonra birileri anneannesi yere düşürdü ve kalabalık ağır ağır yürüyerek anneannesini çiğnedi.

Tabutun içinde doğrularak onunla beraber kalabalığın başı üzerinde götürdüğü babasının büyük yüzünü izledi. Babası ağır ağır soluyordu, çehresinin derisi kalkıp indikçe alnının kırışları açılıp kapandıkça zor duyulan müzik sesi etrafa yayılıyordu. Babasının kırışları çok eskiden duyduğu bir şarkıyı söylüyordu ve söyledikçe babasının kapalı gözlerinin kenarıyla yaş akıyordu. Akıp kulaklarını ıslatarak içeri dökülüyordu

Dizleri üzerinde sürünerek babasının tabutuna girdi, ağzını babasının kulağına yaklaştırarak:

Uuuuuuuuu!”, diye bağırdı.

Sesi babasının kulağının içinde yankılandı. Birileri kulağın ta derinliklerinden ona:

Uhuuhuuhu!”, diye karşılık vererek sustu.

Bir süre gözlerini genişçe açarak içeriyi seyrettiyse de, hiçbir şey göremedi. Karanlığın bitişinde öyle bir rüzgar esiyordu ki. Esiyordu ve de estikçe sanki bir kapı durmadan açılıp kapanıyordu

İlk önce ayağıyla, sonra tüm vücuduyla kulağın içine girdi. Gözleri karanlığa alışıncayadek bekledi. Gözü karanlığa alıştıktan sonra durduğu yerden doğrularak eğri merdivenlerle karanlığın içine götüren kapıların açılıp kapandığı yöne doğru gitti

Kulağın içi yumuşaktı diye çok rahat yürüyordu, yol biraz sonra doğrularak yukarıya doğru yuvarlak merdivenlerle kalkıyordu. Merdivenler kaygan olduğu için çıkmakta bir hayli zorlandı.

Eski, solmuş kapı rüzgar estikçe durmadan açılıp kapanıyorduİçeri girerek durdu.

Genç dedesi, büyük dedesi, babasının genç annesi elleri dizlerinin üzerinde yukarı tarafta oturarak durmadan onu seyrediyorlardı. Babası çocukluk resimlerindeki çehresiyle, yana taranmış kahverenkli saçlarıyla dedesinin kucağında oturmuştu. Onların başı üzerinden bir resim asılmıştı. Resimdekiler şu an burada oturanların aynısıydı. Resimde de aynen böyle özenle oturmuşlardı. Babası orada da aynı pardösüdeydi. Onu gördü ve hemen dedesinin kucağından inerek yanına kadar geldi, bir süre aşağıdan yukarıya onu seyretti. Sonra yere oturarak eski çizmelerini binbir zorlukla ayağından çıkardı, çizmeleri teker teker onun ayağına giydirdi, ipleri iyice gerdi, sonra emekleyerek dedesinin kucağına geri döndü.

Sonra büyük dedesi onu yanına çağırdı ve beraberce resim çektirdiler.

Fotografçı onların yeni resmini eski resmin altından astı ve o, içi daralarak büyükannesinin ve dedesinin arasından kendisinin değil de, bir ihtiyar koca karının onlara sırıttığını gördü.

Parmağını resmin üzerine koyarak ihtiyar koca karıyı göstererek:

Bu ben miyim yani?”, diye sordu.

Fotografçı öfkeyle:

Kim olacak? Tabii ki, sensin”, diye yanıt verdi.

     …Sonra babası yine inleyerek dedesinin kucağından inerek onun yanına kadar geldi, elinden çekiştirerek demin geldiği eğri, kaygan merdivenlerle, yollarla tekrar ışık gelen yöne getirdi. Çıkışa ulaştıklarında ani bir duraksama oldu. Babası küçük ellerini uzatarak yollarda dizilen, siyah, büyük yılan misali kıvrılmış kalabalığı gösterdi ve sonra gözlerini ovarak, küçük bebek gibi ağlamaya başladı. Babasını avutmaya çalışsa da, babası susmadı

Sonunda babasını kucağına götürdü, kendini kalabalığın içine atarak kalabalığı yararak koşmaya başladı

Koştukça etraf zifiri karanlığın esiri oldu, güneş battı, rüzgarlar esti, yağmurlar yağdı, kalabalığın sonu gözükmediKoştukça siyah giysili adamların sert elbiseleri canını acıttı, yalın ayakları sert çizmelerin altında çiğnendisonra yine etrafta baykuş uluduDuraksadı ve etrafı kolaçan etti

Her taraf sımsıkı ağaçlarla kaplıydıBüyük ağaçlar, rüzgar estikçe birbirine çarpıyordu, siyah yapraklarını estirerek baykuş sesiyle uluyorlardı

Babasını yine bir yerlerde elinden düşürerek kaybetmişti

Korkudan kalbi duracakmış gibi olduğunda kendi kocaman palamut ağaçının altına attı, yüzünü palamutun kuru gövdesine sürerek ağlayıp birilerine:

“Korkuyorum”, dedi, sonra kulağını palamutun gövdesine sıkarak kalbi titreyerek içeriyi dinledi

Palamutun içinden tık yoktu. Ara sıra derinliklerinde sanki bir şeyler kırılıyordu

Kafasını kaldırarak palamutun dallarını seyretti

Palamut kuruyalı çok olmuştu. Yapraksız dalları cansız odun gibi kuruyarak eğilmişti. Dalların arasından semanın bir bölümü ve bir de yarısından bile az kalmış eğri hilal gözüküyordu. Bir de semanın ta derinliklerinden insan sesleri duyuluyordu….

Semalarda insanlar vardı…. İnsanlar gürültü yaparak konuşuyor, durmadan birilerine bir şeyler anlatıyorlardı. Hepsi de öfkeliydi, sanki söylenerek gürültüyle aşağıya iniyor ve ona doğru yürüyorlardı.

Onlar gürültü yaptıkça sema da ağırlaşarak basamak basamak aşağı iniyordu, sanki inipte gökdelen gibi kocaman ağaçların üzerine çökecekti

Palamutun kuru kabuğunu kertenkele gibi kaşıyarak gövdesine tırmandı, kendini gövdenin tam ortasında bulunan karanlık oluğa atarak soluğunu tuttu, etrafı dinledi.

Oluğun içi soğuktu, mantar kokuyordu. Sonra oluğun içinden ses duyuldu, birisi ateş yakarak yuvarlak gözleriyle bir süre onu seyretti, sonra ateşle sandalyenin üzerinde bulunan mumu yaktı

Ufakboylu, kırsaçlı, zayıf ve küçük bir adamdı. Sık sık dişsiz ağzının üzerine inmiş burnundan soluyarak dikkatlice onu izliyordu. Sanki, bu küçük adamın gözlerinde hayretten ve korkudan başka bir şey de vardıOnunla karşı karşıya oturarak, sakin bir sesle:

Seni de mi gördüler?”, diye sordu.

Kim görecekti ki?”

Küçük adam kibrit çöpüne benzeyen parmağını yukarıya kaldırdı:

Onlar.”

Korkudan tüm vücudu titriyerek:

Evet, gördüler.”,dedi.

Korkma, buraya gelemezler.”

Sonra nasıl olduysa küçük adamın gözlerindeki hayret çözüldü kendiliğinden:

Aç mısın?”

Evet.”

Adam kalkıp küçücük ayaklarıyla oluğun içinde sessizce dolaştı bir süre, aşağıda, köşede bir şeyler aradı. Az sonra oluğun içine acayip bir koku yayıldı, sonra sıcak yağın çatırtısı duyuldu ve küçük adam elini yakan tavayı güçlükle taşıyarak sandaylenin üzerine bıraktı. Gözleriyle gülerek:

Ye bakalım…”, dedi.

Yemeğin çok tuhaf kokusu vardı.

Küçük adam onunla karşı karşıya oturarak elini çenesine yasladı, onun nasıl yemek yediğine dikkat ederek saçını okşadı ve:

Annen  baban neredeler?”, diye sordu.

Yemek boğazına takıldı, gözleri doldu:

Annem de, babam da öldüler…”

Küçük adamın da gözleri doldu, acıdan dudakları buruştu:

Kurban olurum sana, ağlama. Yemeğini ye…”

Hissetti nasıl kaşlarının altı göz yaşlarıyla doldu, yaş gözünden akarak önce yanağına, oradan da yediği yemeğin içine damladı.

Küçük adamın da gözleri dolup dolup boşaldı, ağlıyarak:

Kurban olurum….”, kelimesini tekrar etti

Sonra oluğun karanlık köşesine kadar gidip oradan yün kumaşa benzeyen rengi solmuş battaniye getirdi ve onu battaniyeye sardı. Küçük elleriyle saçını okşadı, ağlamaktan akan burnunu gömleğinin kollarıyla sildi ve ona göz kırptı:

Uyu, uyu, küçük kız, uyuYarın güneş çıkacak, mantarlar bitecek…”, dedi.

Sonra küçük adam yine onunla karşılıklı oturarak aynı kelimeyi tekrarladı:

Kurban olurum…”

Battaniyenin altında ısınarak, mumun ışığını seyrederek uyuduRüyasında yine insanlarla dolu gök kubbesi yerlere iniyordu, insanlar yine söyleniyorlardı, rahatsız edici seslerle ona saldırmağa hazırlanıyorlardı

Rüyadan uyanarak etrafına bakındı

Artık sabah olmuştu. Oluğun içi bomboştu. Ne küçük adam vardı, ne sandalye, ne de tava

Kafasını oyuktan dışarı çıkararak etrafa baktı. Orman sis kaplıydı…. Ara  sıra kuş sesleri duyuluyordu

Bir sürü mantar vardıBağırarak küçük adamı seslemek istedi, fakat ansızın onun ismini bilmediğini hatırladı. O yüzden elini ağzına götürerek aynen küçük adamın yaptığı gibi sesini uzatarak:

Kurbaa - n olurum!”, diye bağırdı.

Sesi ormanın içinde yankılandı. Ağaçların arasında dolaştı. Ağaçlar sallanarak yapraklarını kıpırdatıp: “Kurbannnn olurrruum!”, sözünü tüm ormana yaydılar

Üşüdü, oluğun bir tarafına sığındı, güçsüzlüğünü farkederek çenesini dizlerine yaslayarak ağladı.

Ağaçlar bir süre daha sallanarak:

Kurbannn olurumm!”, diyerek fısıldaşmayı sürdürdüler. Sonra rüzgar esti. Uzaklardan bir yerlerden yine o korkunç gürültünün sesi duyuluyordu

Kafasını oyuktan çıkararak dizleri boşalırcasına aşağıya baktı.

Siyah kalabalık kuru yaprakları çiğneyerek ormanın sessizliğini bozarak palamutun altından geçiyorlardıRüzgar estikçe tabutta siyah giysiyle yatmış babasının saçları dağılıyordu

Siyah giysili insanlar uzun çehreleriyle onu aşağıdan yukarıya seyrediyorlardı:

Ayıptır, in aşağıya!”, diyorlardı.

Oyuktan çıkarak bir bir güçlükle aşağıya indi. Elbisesi birkaç kez dallara takılmıştı. Birisi onu kalabalığın içine itti ve:

Allah belanı versin!”, diye ekledi

Sonra uzun süre baykuşlar uluyarak siyah giysili uzun adamların arasıyla babasının cesedine refakat ettiler

Yine bir yerlerden ağlamak sesi duyuluyorduSesin geldiği yöne doğru yürüdü

 

**

 

Annesi bezdeydi, ağzında biberon, yuvarlak gözleriyle durmadan onu izliyordu

Sonra nasıl olduysa annesi biberonu yere tükürerek bayılacakmışcasına ağladı. Gelip annesini kucağına götürdü, biberonu ağzına tıkadı ve sallamaya başladı. Annesi susmadı, yine biberonu yere tükürdü ve soluk bile almadan ağladı.

Aceleyle gömleğinin düğmelerini açtı, göğsünü annesinin ağlamaktan soğumuş ağzına tıkadı. Annesi göğsünü açgözlükle emdikçe onun gözleri karardı, başı dönmeye başladı.

Sonra bir baktı ki, annesinin ağzının kenarından kan damlıyor…..

Göğsünü annesinin ağzından çıkarmak istedi, fakat annesi bırakmadı, elini bezden çıkararak eliyle onun kan damlıyan göğsünü kavradı.

Annesinin elinden böyle bir süre soluk bile almadan kurtulmağa çalıştı, fakat nafile. Göğsü annesinin ağzında yine uyudu

Annesinin iniltisine uyandı.

Annesi sırtını eğerek, arkası onu dönük oturmuştu. “Vah, canım”, diye inliyordu.

Vücudu titriyerek gelip annesiyle karşı karşıya oturdu.

Annesi sarı elleriyle insanda şişirilmiş balon etkisi yaratan karnını tutarak oturmuştu.

Eliyle annesinin karnına dokundu. Annesinin karnında kocaman taşlar vardı sanki.

Dizlerinin üzerinde oturarak annesinin karnını ovdu, içindeki taşları usul usul ezdi. Taşlar ezilip yumuşadıkça annesi zevkten gözlerini kapayarak:

Ohhh be!”, diye inliyordu

Sonra teyzesi geldi. Şişman vücudunu estirerek gelip annesiyle karşılıklı oturdu, onunla beraber annesinin karnını ovdu. Sık sık yanındaki leğenden un alarak annesinin karnına serpti ve annesinin karnını hamur misali yoğurdu. Yoğurdu, küçük hamur parçaları kesti, eteğine toplayıp ayağa kalktı, annesinin sessizçe bir noktaya bakan gözlerini kapadı, üzerine beyaz bir örtü örttü ve sakin bir biçimde:

Öldü”, dedi.

Sonra ensesine dağılan saçlarını unlu elleriyle özenle düzeltti, onun ellerini çekiştirerek:

Gidelim”, dedi.

Ya o?”

O, öldü artık.”, teyzesi çok sakin konuşuyordu.

Eli teyzesinin elinde annesinin yatağından uzaklaştıkça baktı ki, annesi üzerine kapatılan beyaz örtüyü kaldırarak onların gidişini seyrediyor.

Teyzesinin evi onların eviyle karşı karşıyaydı.

Teyzesi onu avlularına getirip tandırın kenarına oturttu, eline bir hamur parçası vererek:

Oyna bakalım…”, dedi. Kendisiyse tandırın bir kenarında oturup ekmek pişirmek için hamur hazırlanmaya başladı.

Hamur parçası beyaz ve yumuşaktı, eline yapışıyordu. İstenilen hale getirmek mümkündü. Hamurdan küçük adamlar hazırladı, onları karşı karşıya dizerek dövüştürdü bir süre, sonra bıktı, hepsini tandıra attı. Eğilip simsiyah olan hamurlara baktı. Sonra hamurlardan birkaç tanesini daha çalarak demin düzelttiklerinden daha büyük adamlar oluşturdu. Yüzlerini parmak uçlarıyla sıkarak onlar için ağız, burun oluşturdu, sonra tekrar onların kafalarını ezip tandıra attı, tandırın kenarında dans ederek onların simsiyah olmalarını izledi.

….Az sonra artık hamur parçaları bitmişti. Tandırın kenarında hamura benzeyen sadece teyzeydi. O, da arkası ona dönüktü diye onun gözlerini görmüyordu.

Parmaklarının ucunda usul usul yürüyerek teyzesine yaklaştı. Teyzesi tandıra eğilerek ekmek pişiriyordu diye kafası tandırdaydı.

Omuzunu teyzesinin arkasına yaslayarak tandıra itti… 

Teyzesi tepe takla tandıra düşerek orada sessizce hamur parçaları gibi yanarak simsiyah oldu.

Teyzesini yaktıktan sonra farketti ki, gözlerine kan doldu, büyüdü ve o, vücuduna toplaşarak gözlerine dolan kanın arkasından etrafına baktı, yakmak için yine bir şeyler arıyordu

Avluda sadece teyzesinin hamur parçasına benzeyen beyaz kedisi kalmıştı

Gelip kedinin kuyruğundan yakaladı, onu da yakalayıp tandıra attı, tandırın kenarına çıkıp tırnağını kemirerek yakacak bir şeyler aradı.

Sonra kocası geldi, içeri girerek göğsüne baktı. Bir anda gözleri büyüdü, iç geçirdi:

- Peki, göğüslerin nerede?

Göğüslerine baktıkta kıpkırmızı oldu, göğüslerinin yerine göğsünden büzüşmüş eldivenler asılmıştı.

Kocası öfkeyle eldivenleri izleyerek:

Bakalım, daha ne hokkabazlıklar yapacaksın?” dedi ve hızla dışarıya çıktı.

Kocasının peşinden sokağa çıktı.

Kocası arabalarla dolu sokakla gidiyordu.

Dön!”, diye bağırsa da, kocası duymadı.

Babası da kalabalığın arasındaydı, bir eli cebindeydi, öbür eliniyse kafasının üzerinde sallayarak:

Renktir bu dünyada her şey!”,  diye bağırarak ona doğru yürüyordu.

Babasını sürüyerek avluya getirdi, ayaklarından yakalayıp hızla soluyarak yukarıya götürdü, kapının zilini bastı.

Kapıyı annesi açtı, onları öfkeyle izliyerek tekrar kapattı kapıyı. Sonra kapıyı birkaç kez çaldıysa da, annesi kapıyı açmadı.

İçeriden piyano sesi geliyordu. Annesi piyanoda çalarak şarkı söylüyordu.

Babası piyanonun sesine uyanarak kapıyı tekmelemeğe başladı. Kapı sonunda açıldı. Babası koridora girerek yüzükoyun yere düştü, omuzlarını oynatarak çığlık çığlığa ağladı.

Annesi elleri sırtında bir süre hiç konuşmadan babasını izledi, elleri sırtında öylece bekledi bir süre. Sonra ansızın babasını tam ortasından yakalayarak onu iple sardı ve götürüp duvarda bulunan dolaba tıktı ve kitledi. Anahtarı da cebine koydu.

….Babası dolabın içinden tanıyamadığı bir hayvanın sesiyle bağırıyordu. Annesi babasının bağırmasına aldırmadı bile, öbür odaya geçerek piyanoda çalarak şarkı söylemeği sürdürdü.

Gelip annesinin karşısında dikildi:

Anahtarı bana ver.”, dedi.

Annesi şarkı söylemedi bir süre, ona nefretle baktı. Sonra cebinden çıkardığı anahtarı ona gösterdi ve yuttu. Annesini yakalayıp onu tersine bekletse de, hiçbir sonuç alamadı. Anahtar düşmedi.

Anahtarın yerine annesinin ağzından ezilmiş, çiğnenmiş bir mektup düştü.

Mektubu alıp baktı. Babasının elyazısıydı. Mektup sadece bir sözden oluşuyordu: “seviyorum”…

Dolabın kapısı dişleriyle açtı.

Babası ağzı bağlı çuvaldaki gibiydi. Boğuluyordu besbelli. Çok çalışsa da, bir türlü düğümü çözemedi. Babasıkafası karnının üzerinde, ayakları kulakların altında inleyerek:

Dokunma,böylesi daha iyi…”

Babasını koltuğunun altına alarak dışarıya taşıdıÇocuklar onu görür görmez yanına yaklaştılar:

Hadi, oyun oynayalım…”, dediler, yanıtını bile beklemeden koltuğunda bulunan babasını çekip elinden aldılar ve top gibi yere vurarak avlunun öbür tarafına götürdüler.

Çocukların peşinden koşsa da onlara yetişemedi. Çocuklar çember oluşturarak babasını birbirine attılar. Bir o çocuğun, bir bu çocuğun üzerine koştu, fakat bir türlü babasını kurtaramadı.

Yere oturup ağladı. Kimse haline acımadı bile. Çocuklar bağıra çağıra, onu sinirlendirmek için burnuna vurarak babasını götürdüler. Koşarak uzaklaştılar.

Çocuklar uzaklaşırken babasının paketinden yere bir şey düştü, sokak boyunca yuvarlandı.

Kalkıp yuvarlanan şeyin peşinden koştu, yakaladı, avcunda sıktı. Avcunu açandaysa içi bir tuhaf oldu

Babasının gözleriydi, gün ışınları değdikçe buz parçası gibi usul usul eriyordu. Parmaklarının arasından yere damlıyordu gözünün yağı.

Bir süre avlunun ortasında oturup, kafasına vurarak ağladı. Sonra oturmaktan bıkarak yüzükoyun uzandı. Annesi yukarıdan ne kadar çağırsa da kafasını kaldırıp ta bakmadı bile. Annesi balkonlarından onu yemeğe çağırdı, yalvardı, sonra yalvarmaktan yoruldu, içeri girdi ve bir daha dışarı çıkmadı

Karanlık bastırıyordu…. Artık binanın ışıkları yanmağa başladı. Sadece onların pencerelerinin ışığı yanmıyordu. Zavallı bir şekilde oturarak avlunun ortasındaki asmada, yaş toprağın üzerinde teker teker pencereleri seyretti.

Bir süre böyle oturdu. Sonra çevresine artık karanlık çökmüş, kimsesiz avlulara, karanlık pencerelerine bakındı. Korktu. Kalkıp eve gitmek istedi, fakat ayağını topraktan kurtaramadı.

Ayağı toprağın dibine ulaşmıştı artık, orada nem üzüm kökleriyle birleşmişti, kurtulmak için çekip çıkarmağa uğraştığında mutlaka bir yerini incitiyordu.

Sonra bütün pencerelerin ışıkları kapandı, karanlık avluyu ay ışığı aydınlandırdı ve çevresindeki asmalar yılan gibi uzadı. Uzayarak çevrede ne varsa hepsini kapladılararabaların üzerine tırmandılar, ağaçların dallarına doğru uzadılar, kedilerin vücuduna sarıldılar

Oturduğu yerde ansızın tüm vücudunun kaşınarak uzamak istediğini farketti. Ayakları, elleri, kolları, parmakları binaya doğru uzuyordu

Uzayarak binaya sarılıp pencerelerin, balkonların korkuluklarıyla yukarıya tırmandı. Asma dallarıyla bir binaya sarıldı.

En üst kata tırmanarak yüzünü pencerelerine dayadı ve çevresine bakındı

…. İçerideki  odanın ışığı açıktı. İçeride bir sürü adam vardı. Tavanda avize yerine babası asılmıştı, adamlar odanın içinde dolaştıkça babasına dokunuyor, onu sallıyorlardı

Annesi odanın ortasında oturup pirinç ayıklıyordu.

Babası bir süre daha böyle sallandı tavandan, sonra nasıl olduysa askı kırıldı, babasıysa yere düşerek inledi.

Annesi ayağa kalkıp ellerini önlüğüne sildi, babasını yerden kaldırdı, sandalyenin üzerine çıkarak tekrar onu az önce düştüğü yerden astı. Askının devamlılığını kontrol ettikten sonra yere indi ve yine pirinç ayıklamağı sürdürdü.

Babası tavandan asılarak elleri cebinde bir süre tavandan sallanarak annesiyle tartıştı. Sonra iyice sinirlenerek tavandan asılı olduğu halde el  kol haraketleri yapmağa başladı.

Hal böyle olunca annesi kemere benzer bir şey getirdi ve babasının ayaklarını, kollarını sımsıkı sarıdı, ağzına bir şey tıkadı ve yine işine devam etti.

Sonra adamlar gelip babasını askıdan aldılar, inleyerek kurtulmak için çaba harcamasına aldırmadan onu tabuta koyarak götürdüler.

Sonra o, binaya sarılmış kolları ve bacaklarıyla farketti ki, babasının tabutunu onu kolları üzerinde taşıyorlar. Kalabalığın çevresi boyunca soğuk, kayğan yılan misali kıvrılarak aşağıya kaydı

Güçsüz bir halde:

Anne…”, diyerek ağladı.

İçerideki odada hâlâ pirinç ayıklayan annesi pencereye yaslanan yüzünü gördükte kalkıp geldi, camı açıp onu kucağına götürdü, atıptutarak:

Yavrum ağlamasın…”, dedi, getirip yarıkanalık odanın ortasında, halının üzerinde oturttu.

Babasını götürmemişlerdi

Babası yukarıda, tavandan asılmıştı, oradan açık gözleriyle, solmuş çehresiyle onu izliyordu

Küçük elini uzatarak babasının ayağına dokundu. Babası tavanın askısını kıpırdatarak sallandı

Annesi de gelip babasının ayağını kıpırdattı, sonra karnına basarak acayip bir ses çıkarttıBabasının sararmış çehresini seyredip ağladı. O, ağladıktan sonra annesi babasını bu odanın tavanından alarak öbür odanın tavanından astı…. Ve babasının gürültüsü bir süre de öbür odadan duyuldu

Açtı diye yerden bulduğu gazete parçasını yedi.

Sonra abisi geldi. Koltuğunda bir süre gazete vardı. Gazeteleri onun önüne bırakarak burnunu sıktı:

Ye bakalımYeni gazeteler bunlar…”, dedi.

Sonra gülerek kocası geldi, eline sinekleri öldürmek için kullanılan araçı vererek:

Öldür bakalım şunları!”, dedi ve gitti

Birkaç gün, belki de birkaç ay, güneş batıncayadek, ay doğuncayadek rüzgarlar estikçe, yağmurlar yağdıkça elinde o alet durmadan sinekleri öldürdü, amma yine de bitiremedi. Sineklerden sonra tüm ev sineklerin çıkardığı sesi tekrarladı, evde ne kadar çatal, bıçak, iğne, iplik varsa hepsi sinekler gibi uçmaya başladılar.

Onları ilk önce kürekle, daha sonraysa baltayla öldürmek zorunda kaldı. Her şey bununla bitseydi sorun neydi ki? Çatal bıçaklardan, iğne  ipliklerden sonra bir de yataklar, yastıklar, minderler uçmaya başladılar. Sadece uçmakla yetinmediler, aynı zamanda acayip yaygara kopardılar. İşte o an daha fazla dayanamadı, atılıp odanın ortasında bulunan avizeye bindi, avizeyi bir süre sallayarak olanağını bulduğu anda kendini odada uçan yatağın üzerine attı. Evin ortasında dolaşırken aynı anda büyük keyifle:

Heyyyy”, diye sesi yettikçe bağırdı.

Sonra aşağıdan birisi onu çok sakin sesle çağırdı. Aşağıya baktığı zaman kayınpederini gördü. Kayınanası da yanındaydı. Evin ortasında, ellerinde sepet hayretten dona kalarak onu seyrediyor, sakin sesle:

İn aşağı, yavrum!”, diyorlardı.

Aşağı inerek mahçup mahçup kayınpederiyle ve kayınanasıyla karşılıklı oturdu. Kayınpederi kırışmış yüzüyle:

Kızım,yatak uyumak içindir…”, dedi

Kayınpederiyle ve kayınanasıyla uzun süre karanlık bastırdıkça, rüzgar kendi pencerelere vurdukça böyle karşılıklı oturdu. Oturdukça ihtiyarladı, dizlerinin üzerinde bulunan ellerini kırışlar kapladı, gözleri zayıfladı.

Sonra kayınpederine bakarak boğula boğula öksürdü. Kayınpederi ve kayınanası da ona bakarak öksürdüler. Bu öksürme töreni bir süre daha böyle devam etti. Üçü de hep beraber öksürdüler. Sonra kayınpederiyle kayınanası yardımlaşarak onu odasına götürdüler, yatağa yatmasına yardım ettiler. Yanı başında oturarak ona kaşık kaşık su içirdiler. Sonunda kaşık kaşık su içirmekten bıktılar galiba ve onun boğazına suyu kovayla döktüler. Soluğunun kesildiğini hissetti.

Sonra kocası geldi, aşağı eğilerek genç çehresiyle onu seyretti. Elini uzatarak dudaklarında tebessüm onun gözlerini kapadı

Sonra müzisyenler geldiler, yerlerini rahatladıktan sonra onun yanı başında durarak hüzünlü bir müzik çaldılar. Kayınanası ayağa kalkıp sıcak dudaklarıyla onun alnından öptü ve parmaklarının ucunda bir hayli dans etti.

Sonra onu yatak birlikte götürdüler. Müzisyenler de peşinden geliyorlardıMerdivenleri indikçe zurnanın sesi yine en yüksek tona kalktı, katlarda kapılar sonuna kadar açıldı, komşular ağlayarak:

Annen ölseydi de bu gününü görmeseydi…”, diyorlardı

….Takatsiz bir halde kafasını kaldırarak:

Annem de, babam da yok, ben öksüzüm, yetimim…”,  diye bildirdi

Bu sözünden sonra tüm katlarda feryat sesleri birbirine karıştı, apartmandan semaya çığlık karışık bir inilti yükseldi. Bu inilti sonra usul usul tüm şehri kapladı.

Yatakta, üzerinde çiçekler şehrin kalabalık caddelerinde dolaştıkça tüm şehir ağladı onun bu halineYüksek yüksek binaların camlarından onun üzerine çiçekler serptiler. Üzerindeki gül dağı yüzünden onu taşımak zorlaşmıştı diye onu çok sırtlarında taşımadılar, yere koydular ve öyle götürdüler. Getirip beyaz tavanlı, beyaz duvarlı büyük bir odaya attılar, yukarıdan aşağıya onu seyrettiler, yüzüne ışık tutarak:

Korkma artıkHer şey bitti…”, dediler…..

Sonra ona beyaz sarğının içinden siyah sessiz gözleriyle uzaklara, bilinmezlere bakan çocuğu göstererek:

Bak, işte bu kız çocuğu senin…”,  dediler. Sonra çocuğu onun yanına bırakıp gittiler.

Çocuk siyahımsı mor renkteydi, gözlerini kırparak tavanı izliyorduSonra ona doğru dönerek morarmış çehresiyle, tanıdık sesiyle:

Nasılsın?”, diye sordu, sonra sargıdan çıkarak onunla karşı karşıya oturdu, elini çenesine yaslayarak:

Bakıyorum ki, iyi değilsin, kötüsün hem de çok kötüsün….”, dedi.

Sonra gözleri dalıp gitti:

Ben de kötüyüm…”

Ve ekledi:

Hem de çok kötüyüm…”

Ayağa kalktı, küçücük elleriyle açık göğsünü ve karnını gösterdi ona. Kırmızı kalbinin bir bölümü simsiyahtı.

Çocuk bir süre açık karnıyla oturup onu seyretti, sonra küçük, sivri parmaklarını daldırıp iç organlarını kanattı, kalbinin kırmızı bölümünü deldi, bağırsaklarını yere dağıttı ve kanlı parmağıyla onun alnına iki çizgi çektiSonra kanlı çizginin birini de kendi alnına çekti ve batmış sesiyle:

Galiba, yanlış yaptım…”, dedi.

Daha sonra gözleri hayretten büyümüş doktorlar geldi, çocuğu kanlı bezine sarıyarak onun bilmediği bir yere kadar götürdüler…

Az sonra çocuğun batmış sesi öteki odalardan duyuldu. Çocuk ağlayarak:

“ Kötüyüm… Hem de çok kötüyüm…”, diyordu…

 

**

Çocuğun sesinden sanki bayıldı…. Kim bilir belki de ölmüştü?…

Ne olduğunu anlamasa da, bir süre karanlık, havasız ağın içinde çırpındığını hissetti

Sonra kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Büyük elma ağacıydı. Ağaçın elma dolu dalları titriyor, elmaları yere serpiyorduSonra ansızın gözü ağacın dalları arasında oturmuş babasına takıldı. Babası ağaçın en yüksek dalındaydı, dalları sallayarak ona bakarak gülümsüyordu.

Sonra babası dalları sallamaktan vaz geçip:

Yukarıya kalk…”, dedi.

Ağaçın gövdesine merdivenleri çıkıyormuşcasına tırmanarak bir anda babasıyla karşı karşıya oturdu.

Babası öğrencilik resimlerindeki kareli gömleğindeydi. Kafası usturayla kazınmıştı, gömleğinin eski yakalığından zayıf ensesi gözüküyordu

Babası daldan elma kopardı, pembe avuçlarında elmayı ikiye bölerek bir yarısını ona uzattı:

Al bakalım!”

Elmayı ısırdıkça gözleri bulut bulut doldu. Babası ağladığını farketmesin diye yüzünü döndü.

Elma, babasının nefes borusuna takıldı, gözleri büyüyerek:

Kötüsün.Bakıyorum ki, çok kötüsün….”, dedi.

Babası bunu söyledikten sonra uzun uzun düşündü:

Biz olmadan yaşayamıyorsun, yavrum…”, dedi.

Sonra sanki birileri yukarıdan babasını çağırdı. Babası yukarı bakarak bir şeyler söylese de o, babasının ne söylediğini anlayamadı. Yalnız babası bulutlarda son bulan dalla yukarıya doğru tırmandıktan sonra:

Baba!”,diye bağırsa da, babası oralı bile olmadı. Yukarıya doğru tırmandıktan sonra yaprakların arasında kayboldu. Ara sıra yukarıdan heyecanlı sesi duyuluyordu:

Bu dünyada hep böyledirİyidir, ya da kötüdür, bunu bilmek mümkün değil

Elindeki elmayı yere atarak yukarıya doğru tırmandı. Tırmandıkça elleri, kolları dallara takılıyordu.

Dalların üzeriyle sürünerek yukarıya doğru baksa da babasını göremedi. Sanki babası bulutların öbür tarafındaydı

Rüzgar iyice hızlanıyorduDallara sarılarak aşağıya baktığında dizleri esti. Avluları bile gözükmüyordu. Yukarıya bakarak bağırdı:

Baba! Peki, ben ne olacağım, baba?”

Babasındansa yanıt yoktu

Rüzgar dalları korkunç bir biçimde sallıyordu

Rüzgar bu kez baya hızlı esti, onu götürüp aşağıya fırlattıve o ağaçın bir yerindeyken gözlerini kapattı. Kalbi duracakmış gibi oldu. Onun çığlığını annesi duydu ilk önce, ağacın altına gelip bir yaygara kopardı hemen:

Böyle dert mi olur ya?”, diye ağladı,  bu zavallı çocuğun suçu neydi ki?

Sonra iç geçirerek onu tatlı dille ağaçtan indirmeğe çalıştı:

Kızım! Benim akılllı kızım, in aşağıyaAkıllı ol, in aşağıya….”

Kocası da geldi. Kocası üç tekerlekli çocuk biskletiyle geldi. Gelip annesiyle beraber durdu. Ve yukarıya bakarak:

Ne yaptığını zannediyorsun sen? Çıldırdın mı?”, diye sordu.

Ne diye çıldıracak mışım ki?”

İn aşağıya”, diye kocası bağırdı.

Ne kadar çalışsa da, dallar onun inmesine izin vermediler. Dönüp baktığında elbisesinin dallara takılan bölümünün yeşillendiğini gördü. Daldan asılıp kafasını aşağı indirdi. Bu bir nevi teslimiyet işaretiydi.

Kocası pantolonunun paçalarını sıvayarak onu daldan koparmak için ağaça tırmanmak isteği bir sonuç vermedi. Onun bu tırmanma isteği sadece gövdenin kuru kabuğunu ovdu. Hal böyle olunca kocası:

Adam ol yahu, in aşağıdedi ona.

Sonra bir yerlerden büyük, paslı bir testere buldu ve ağacı testereyle kesmeğe başladı

Testerenin eğri dişleri ağaçın gövdesine işledikçe kolları acıdı, ayaklarının dermanı kesildi. Daldan koparak yereyeşil elmaların arasına düştü. Toprak boyunca yuvarlanarak iki üç elmaya çarparak durdu.

Kocası testereyi atarak yakına geldi, annesiyle beraber aşağı eğilerek gözlerini kısıp onu bir süre aradılar

Kocası ilk önce onu, sonraysa elmaları inceledikten sonra:

Nereden bileceğiz onun hangisi olduğunu?”, diye sordu

Annesi omuzlarını kaldırdı, gözlerini kısarak onu başka elmaların arasında aramağa başladı.

Kocası en yakınındaydı, sık sık gözlerini kısarak:

Yeter, akıllı ol.”, dedi.

Annesiyse dizlerinin üzerine çökerek elmaları tek tek sıvazlıyordu:

Doğru söylüyor, yavrum, akıllı ol…”

Soluğunu içine çekip kendini belli etmedi.

Kocası kalkıp öfkeyle:

Bu ne biçim iş ya?”, dedi ve iri adımlarla yürüyerek bisikletine binerek korna çalarak gitti.

Annesi iki adım ondan kenarda oturdu, zavallı bir görkem alarak:

Kızım, hiç olmazsa bana acı…”, dedi.

Annesi daha bir süre oturup elmalardan konuştu, ağladı, sonra kalkıp yorğun adımlarla gitti

Uzun süre böyle bir süre elmanın arasında rüzgarın salladığı bir çift yaprağı kollayarak bekledi

Sonra kreş çocukları geldiler. Gelip elmaları ceplerine, kucaklarına topladılar, her birisini bir iki kez ısırdıktan sonra birbirilerine attılar.

Onu yerden ufak boylu, yuvarlak kafalı çocuk kaldırdı, bir süre yumuşak, sıcak avuçlarında sağa sola döndürerek izledi, koklayıp yanaklarına sürdü, yüzünü sıvazladı. Sonra avucunun içinde sıvazlayarak kreşe götürdü.      

Öğlen yemeğinden sonra da onu ısırmadı, öylece avucunun içinde bekleterek baktı, kokladı, yanağına sürdü

Öğleğin tüm çocuklar kiyafetlerini soyunarak yataklarına yattılar, yorganlarının altında elmalarını ısırarak yediler.

Yuvarlak kafalı çocuksa yatağına yattı, onu da yastığının yanı başına koydu, yine onu ısırmadı, parmağını onun alnında, burnunda dolaştırıp sevgi dolu gözleriyle direk onun gözlerine baktı ve sessizce uyudu.

O da sessizlikten uyudu

Rüyasında yine ağaçtaydı. Yine daldan asılı kalmıştı. Yine ağacı testereyle kesmek için çaba harcıyorlardı, yine ağacı sallıyorlardı

Gözünü açtığında Zerkalem hocanın onu omzundan silktiğini gördü:

Öldün mü?”

Kalkıp yatağın içinde oturdu. Çocuklar uyanalı çok olmuştu, çevresinde toplanarak ona gülüyorlardı:

Ölü!… Ölü!…”, diye bağırıyorlardı

Yuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, parmağı ağzında, şaşkın bakışlarla onu izliyordu.

Kareli şal elbisesini giydi üzerine, kollarını içine geçirerek:

Ölü sizsiniz!…” diye yanıt verdi onlara ve sonra yatağın altına sakladığı çoraplarını giydi.

Zerkalem hoca kapının ağzında duruyordu, çocuklara bakarak:

Her kes sıraya!”, diye bağırdı, sonra ellerini sırtına vurarak ileri geri haraketler yaparak:

Spor yapacağız şimdi”, dedi ve zıplamağa başladı: “Bir iki, bir  iki!”

Hoca zıpladıkça büyük karnı da onunla beraber zıplıyordu, göğüsleri ağır toplar gibi birbirine çarparak sallanıyordu, zeminin eski tahtaları hocanın şişman ayakları altında acayip sesler çıkarıyordu. Zemin sanki hemen şimdi ortadan ikiye ayrılacaktı.

Çocuklar da ellerini sırtlarına vurarak Zerkalem hoca gibi yerlerinde zıplamağa başladılar. Sonra Zerkalem hoca daha yükseğe zıpplamağa başladı. Saçları zıplamaktan bir karış yukarıya kalktı, gözleri büyüdü ve Zerkalem hoca kafası az daha tavana değecek biçimde zıplayarak:

Yukarıaz daha yukarı!”, diye deli gibi gülmeye başladı.

Çocuklar da Zerkalem hocaya bakarak daha yüksek zıplamağa ve onun gibi çılğınca gülmeye koyuldular.

Yalnız o yuvarlak kafalı çocuk yükseğe zıplayamıyordu, ellerini sırtına vurarak serçeler gibi yerinde tekliyordu.

Zerkalem hoca ansızın o yuvarlak kafalı çocuğu farketti, kaşları çatıldı, çehresi eğile eğile ayağa kalktı ve çocuğun üzerine yürüdü:

Bu ne biçim zıplamak böyle?”

Yuvarlak kafalı çocuk bir gözü Zerkalem hocada, yüzü bembeyaz tüm vücudunu toplayarak kendini yukarıya fırlattı, fakat olmadı, demin zıpladığından daha yükseğe zıplayamadı.

Hal böyle olunca Zerkalem hoca dişlerini gıcırdatarak yuvarlak kafalı çocuğun kulağından tuttu, onun kulağını anahtar çeviriyormuşcasına üç dört kez çevirdi.

Çocuk kedi yarvusu gibi miyavlayarak sustu, dizlerinin üzerinde emekleyerek yatakların arasında sürünüp duvarın dibine kadar geldi, orada oturup kulağını sıvazlayarak ağladı

….O, atılıp Zerkalem hocanın omzuna bindi, dişlerini kulağına geçirip gücü geldiğince sıktı.

Zerkalem hoca ne kadar bağırsa da, onu kulağından ayırmak istese de, bunu yapamadı, hoca kulağı onun dişlerinin arasında bir süre böyle koridor boyunca koştu

Onu Zerkalem hocanın kulağından kelpetenle ayırdılar, sonra usul usul hocanın kulağını onun ağzından çekip çıkardılar.

Sonra bilmediği birisi tebessümlü çehresiyle ona yaklaştı, kolundan tuttu, saçlarını okşayarak kreşin içiyle de götürdü, eline şeker verdi, kreşin dış kapısını açıp onu dışarı çıkardı.

Elinde şeker dışarı çıkıp durdu….

O, dışarı çıktıktan sonra arkadan kapıyı aceleyle kitlediler. Üç dört kez anahtarı çevirdikten sonra bir de kapının arkasına büyük boy demir parçası da geçirdiler.

Hocalar, çocuklarla beraber kreşin küçük, dörtköşeli camlarından korkmuş çehreleriyle onu seyrediyorlardıYuvarlak kafalı çocuk da onların arasındaydı, onu seyrederek sessiz sessiz ağlıyordu

İlk önce kapıyı yumruğuyla çaldı, sonraysa tekmelemeye başladı. Sonra zıplayıp pencerenin korkuluğuna tırmandı. Yüzünü cama yaslayarak içeriye baktı, camın öbür tarafındakiler korkarak gerisin geri koşmaya başladılar.

Her kes ondan korkunca o da yere inerek kreşin sonsuz avlusunda öfkeyle, yapayalnız adımladı

Karanlık çöktükçe kreşin büyük avlusunda değişik yaratıklara benzeyen ağaçlar ortaya çıkıyordu. Ağaçların bir kısmı köpeğe, bir kısmıysa file benziyorlardı. Deveye benzeyen ağaçlar da vardı, boyunlarını uzatarak, sağa sola eğilerek zincir gibi etrafında dalgalanıyorlardı

Ağaçlar çoğaldıkça değişik hayvan sesleri çıkarıyorlardı, birisi keçi gibi meliyor, ötekisiyse çakal gibi uluyordu

Arkasında garip bir gürültü duyduSanki birileri ağır ayaklarıyla bir dalı ezdi. Arkasına bile bakmadan koşmaya başladı. Koştukça ağaçların kuru dalları yüzünü, omuzlarını çiziyor, kanatıyordu.

Sonra koşuyorken ağaçların birinin dalı onun koluna geçerek koşmasına engel oldu.

Kafasını kaldırdığında dedesini gördü, kolundan yakalamış, kafasını sallayarak durmadan:

Hayır, hayır!”, diyordu.

Dedesi yalnız değildi. Yüzü uzunca siyah giysili adamların arasındaydı. Adamlar bitkin bir halde babasının cesedini götürüyorlardı.

Dudağını bükerek:

Babam nerede?”, diye sordu.

Dedesi eğilip kocaman gözleriyle ona baktı, parmağıyla gözlerinin içine bakmasını söyleyip:

Bak, gözlerimin içinde!”,diye yanıt verdi.

Parmaklarının ucuna kalkıp dedesinin kahverenkli gözlerinin içine baktı, kahverenkli montuyla gözün içinde oturmuş, hüzünlü gözleriyle onu seyreden babasını gördü.

Kalabalık biraz daha yürüdükten sonra durdu.

Babasının cesedini yolun ortasında bıraktılar. Siyah giysili adamlar cesedin çevresinde dolaşarak ona yol açtılar, hüzünlü gözlerle ona baktılar.

O, cesetle karşı karşıya duran büyükçe sandalyenin üzerine çıkarak ellerini arkasında çaprazladı.

O anda büyük ölçekte ışık düşüre bilen projektörleri yaktılar.

Projektörlerin ışığından içi daralarak, gözleri büyüyerek:

Afrika dünyanın Ekvatör çizgisinde bulunuyor….”, söylediği laflar yüzünden kendisi de mahçup olmuştu

Babasıyla alakalı söyleyeceklerini unutmuştuAklında bulunan tek şey bir zamanlar haritada gördüğü Ekvatör`ün altında bulunan armuda benzeyen Afrika`ydı

Afrika`da sonsuz çöller, tropik ormanlar var

O, konuştukça alkış sesleri yükseliyordu, sonra babasının siyah çerçevede büyütülmüş resmini ona uzutarak:

Konuş”, dediler.

O, bir elinde babasının resmi, öbür elindeyse tahta konuştu. Tahtayla babasının burnunu göstererek:

Bu, babamın burnu!”

“Her kes alkışladı onu.”

Bu kulakları…”

Sonra yere indirerek elinde babasının resmi onu cesedin önüne götürdüler ve o, kalabalığın içinde yürüdükçe:

Bu, babamın gözüBu, bıyıkları….”

O, konuştukça, kalabalık iç geçirerek:

Vah, zavallı”, diyerek onun haline acıyorlardı.

Sonra resmi ondan aldılar, her kes birbirine göstererek:

Bu, burnuymuş, bu da kulakları….” söylediler.

Resme her kes baktı. Resme her kes baktığı için resim ezildi, babasının çehresini kirlendi, simsiyah oldu, burnu eğildi.

Resmi götürüp eve geldi. Annesi yine telefonla konuşuyordu:

Hayır, o, öldü”, dedi ve telefonu kapattı.

Banyoya girdi, orada resmi büyük leğende sabunlu suda yıkadı, sonra sıkarak çamaşır ipine astı. Hemen ütüyü ısıtıp özenle resmi ütüledi, götürüp duvardan astı.

Babası elini resim yıkandıktan sonra çenesine yaslamıştı. Siyah takım elbisesinin altından gözüken gömleğinin kolları yıkandıktan, ütülendikten sona bembeyaz olmuştu.

Gelip babasının bembeyaz kollarını kokladı. Gömleğin kolları kar kokuyordu….

Sonra getirip kendi resmini babasının resminin yanından astı. Sonra dedesinin, halasının, teyzesinin, anneannesinin, babaannesinin, dayılarının, amcalarının resimlerini bularak yanaşı asıp tüm duvarları doldurdu, koridora çıktı, dış kapıyı açıp resimleri dairenin tüm duvarlarına asarak aşağıya indi, sonra resimleri toprağın üzerine dizdi. Annesi pencereye çıkarak öfkeli sesiyle:

Bu ne hal be, evde?! Hemen gel, nasıl dağıttıysan öyle de toplayacaksın!”, dedi.

Diğer resimleri  toplayarak çantasına atarak koşarak okula gitti. Orada onları yazı tahtasının üzerine dizerek elinde tahta konuşmaya başladı:

Bu babaannemBu babaannemin ablası….Bu onun teyzesinin oğlu…. Bu gördüğünüzse teyzesinin oğlunun çocuğu….”

O, konuştukça fen hocası Zehra hoca ellerini arkasında çaprazlayıp sıraların arasında dolaşıyordu. Öfkeli yüzüyle onu seyrederek:

Teyzesinin oğlunun çocuğu değil, teyzesinin torunu, tamam mı?”diye yanlışını aradan kaldırdı.

Bu benim dedemBu benim dedemin babasıBu, onun öteki çocuğu…”

Sonra ansızın Zehra hoca gittiği yerde durdu, geriye dönerek cebinden armut çıkararak kaşlarını yukarı kaldırıp:

Ya, bu?! Bu kim?”, diye sordu.

Çocuklar parmaklarını ona doğru uzattılar:

Bu, odur!”

Doğru!” Zerkalem hoca bunu söyledikten sonra öğretmen masasına oturdu, sırayla büyük göğüslerini masanın üzerine yerleştirdi, göğüslerinin üzerine bardak ve çay tabağı koydu, çay süzdü kendisiyçin ve çayını içe içe:

Peki, o zaman…. Bunu ne yapmalı?!”

Camın önüne bırakarak olğunlaştırmalı…”

DoğruHadi, o zaman götürün!…”

Çocuklar koşup onu yakaladılar, elini kolunu sardılar, kucaklarına alarak bağıra çağıra okulun koridorunda koşuşturmağa başladılar. Getirip onu kuru meyvalarla, böceklerle yanaşı camın önünde kurumak için beklettiler. Kendileriyse çekip gittiler. Ve o, uzun süre camın önünde olğunlaşacağı günü bekledi durdu.

Sonra karanlık çöktü, koridordan çocukların gürültüsü sona erdi ve o, çenesini karnına yaslayarak yattı.

Karanlık çöktükçe pencerenin camı esti, sonra rüzgar saydam çehresiyle, dağınık saçlarıyla bir süre onu izledi, sonra yüzünü cama yaslayıp çığlıklar atarak, uluyarak ağladı. Belki de yağmur yağıyordu?! Pencereyi vurarak onun uykusunu kaçırdı ve o, kafasını kaldırarak pencerenin öbür tarfından çok çok uzakta, şehrin uzak mahallelerinde, binlerce eski mezarların arasından gözüken yeni, siyah mermer kaplı mezarın sesini duydu

Annesiydi. Zayıf, hasta sesiyle ona ninni söylüyorduAra sıra sesi de çıkmıyordu, sonra yine duyulmaya başlıyordu

Sonra annesi bir süre okumadan mezarın içinde dolaştı, mezarın sert duvarlarını tırmaladı, ağır vücuduyla çırpınarak yeri göğü inletti

O zaman o, camın önünde uzanık bir halde annesinin teker teker mezarın içine düşerek gürültülü bir ses çıkaran saçlarının sesini duydu

Annesinin saçları dökülüyordu…..

Annesinin saçı döküldükçe onun saçlarının dibi sızlıyordu, saçları teker teker yere düşüyordu

Pencereden inerek ilk önce sürünerek, daha sonraysa emekleyerek annesinin yanına kadar gitti...

Yağmur kel kafasına çarptıkça ayakları birbirine dolaştıkça uzun uzun karanlık sokaklarda yürüdü….

Mezarlığa yaklaştıkça annesinin sesini daha duymağa başladı. Annesi artık mırıldanmıyordu, kesik kesik soluyarak tırnağıyla mezarların duvarlarını oyuyordu.

Mezara ulaşınca durdu. Annesinin mezartaşına kazınmış çehresini yağmur yıkayarak yok etmişti diye ona mezartaşından yüzsüz bir kadın bakıyordu

Toprağın en derin katlarından annesinin dermansız sesi duyuluyordu:

Kötüyüm!…”, diyerek annesi hırlıyordu. “Çok köyüm!…”

Çömelerek mezarın yanından toprağı kazmaya başladı. Sonra dizleri üzerine oturarak iki eliyle toprağı kazmaya başladı. Bir süre kazdıktan sonra toprağın içinden annesinin bir tarafı kırılmış gözlüğü çıktı. Sonra beline sardığı yün kareli atkısı, küpesinin teki, sonra kıyma makinesi, birkaç düğme, çizmeleri, kepçesi, yün çorapları ve kol saati çıktı. Ve sonra hiçbir şey çıkmadı.

Bir müddet kazdığı mezarın içinde, elinde kepçe yağmur kafasına çarpa çarpa bekledi durdu.

Annesinin sesi ta aşağılardan duyuluyordu. Annesi galiba sonuncu kez gücünü toplayarak inledi ve sustu. Sonra aşağıdan bir şeyler fısıldadı. Kulağını toprağa dayadı. Toprak sıcacık ve de yumuşaktı. Annesi kulağını dibindece fısıldıyordu:

Sen çok seviyorumHem de çok…”

Toprağa yüzünü sürerek ağlayıp:

Seni çok özledim…”, diye bildi sadece.

Annesi artık konuşmuyordu, cani  dilden onu dinliyordu.

Dizleri üzerine kalkarak takatsız elleriyle, tırnaklarıyla toprağı kazmağı sürdürdü.

Yağmur bir türlü dinmek bilmiyordu. Şafak söküyordu galiba. Toprağınsa sonu gözükmüyordu bir türlü.

Kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Yukarıdan birileri, kim olduklarını çıkaramadı, mezarın içine, ona bakıyorlardı.

Bakanlar bir süre daha böyle onu izlemeği sürdürdüler, gözükmeyen çehreleriyle ona baktılar, sonra kendi aralarında bir şeyler konuştular ve çekip gittiler. Çamurun içinde acayip gürültü yapan adım sesleri de bir süre daha duyuldu ve yok oldu.

Annesi hâlâ yerin altında durmadan fısıldıyordu:

Seni çok seviyorum…”, diyordu

Dermansız vücuduyla toprağa sarılarak annesinin gittikçe kendisine yaklaşan sesini dinliyordu:

Seni çok seviyorum…”, annesi fısıldıyordu: “Çok seviyorum, çokBiliyorum incindiğini, küstüğünüAma sana söz, bir daha yapmam bunu…”

….Annesinin bu sözünden sonra gök gürledi, sonra şimşek çaktıŞimşek sanki onun beyninde çaktıve o, ansızın deminden kulağının dibinde fısıldayanın kimliğini anladı

Yüzünü dönerek öfkeyle yanında yatan kocasına baktı. Kocası elini uzatarak yine fısıltıyla:

Gel bakalım yanıma…”dedi.

Yine şimşek çaktı ve kocasının gözleri gecenin karanlığında parlayıp söndü. Sonra kocasının gözleri bir daha yandı ve hiç sönmedi. Kocası o parlayan gözleriyle sürünerek yılan gibi ona sarıldı

Kocasının kolları arasında ezildikçe, annesi aşağıda bir yerlerde mezarının duvarlarını tırmalayarak onları salladıkça, rüzgar saydam yüzüyle camdan onu izledikçe ağlayarak:

“Allah`ım, beni kurtar!”, diyerek sustu

Sonra elektrik geldi….

Ön sıralarda oturmuş adamlar ona doğru dönerek bir süre öfkeli yüzlerle onu izlediler, sonra birbirine bakarak, kafalarını sallayıp:

Ayıptır yahu…”, dediler

Ayağa kalkıp kıpkırmızı bir yüzle kafasını kaldırmadan tırnağının arasına dolmuş toprağı çıkarmağa çalıştı.

Böyle terbiyesiz sahnelerle neyi ima ediyorsunuz?”

Bunu kalın kakülleri alnının üzerinde duran yuvarlak yüzlü kadın söyledi. Kafasını estirerek konuşup nefretle ona baktı:

Hem de kadın olduğunuzu söylüyorsunuz….”, dedi.

Buyurun sahneye, bakalım!…”, dediler.

Koltukların arasıyla yürüyerek sahneye çıktı.

Hadi, başlayın artık….”, Bunu ön sırada oturmuş gözlüklü adam dedi.

Tüm vücudunu heyecandan soğuk ter damlaları kapladı. Gömleğini çıkardı. Tüm salon iç geçirerek kafasını salladı:

Rezalet bu!”,dediler.

Bu nasıl boyun?”

Böyle uzun bacak mı olur?”

Kakülleri alnının üzerine düşmüş kadın bağırarak ayağa fırladı:

Böylelerini ateşte yakmak gerekir ki, gelecektekilere ibret olsun!”, dedi ve tabanlarını zemine vurarak, duvarları titreterek salondan çıktı

Ötekiler de aynen o kadın gibi kafalarını sallayarakayıp, ayıp”, “yakmak gerekiyor”, diyerek salondan çıktılar.

Peşlerinden bir baktı ki, meğerse gidenlerin hepsinin bacakları kısaymış.

Boğazına bir şeyler takıldı ve ayakkabısının tekini çıkarıp gidenlere fırlattı. Ayakkabı zayıf adama değerek onu düşürdü. Adam düşerek yanındakini, yanındaki öbürünü, öbürü ötekisini düşürdü. Ve kısa bacaklı adamların hepsi domino taşları gibi peşpeşe yere düştüler.

Sonra palabıyıklı, ihtiyar bekçi geldi, onları özenle domino kutusuna yerleştirdi, kutuyu cebine koydu, ona bakarak öksürerek:

“ …Annen telefon açmıştıÇocuklar yine ağlıyorlarmış…”, dedi.

Sonra bekçinin eski, tozlu çizmelerinin sesi bir süre kimsesiz, yarıkaranlık koridorlarda yankılandı ve kayboldu...