UYDURMA

Elmayı ısırdığında tekrar takma dişleri şakırdadı. Sanki dişinin altında fındık kabuğu kırıyorlardı. Tuğrul yine azaсık hayret ve korku dolu bakışlarla ilk önсe onun ağzına, daha sonraysa gözlerine baktı. Yani o da neydi öyle? – gibisindendi bu bakış. Takma dişlerden sonra Tuğrul`un ona bakışı bile değişmişti. Her defasında bir şeyler ısırdığında takma dişleri yerinden oynayarak şakırdıyordu. Kimi zaman da takma dişleri ağzının içinde bir süre şakırdadıktan sonra yere düşeсekmiş gibi oluyordu. Doğrusu rezaletti. Hani “Beterin beteri var” -  derler ya, onun en fazla korktuğu Tuğrul`un bu şakırtı seslerinden bir gün delire bileceğı ihtimaliydi. Onunla zamanında konuşmadı. Anlatmadı derdini. Yani demedi ki: ben iki tane dişi muayene ettirmektense takma dişleri terсih ettim. Öteki sağlam dişlerimi de çektirdim. Muayeneden korktuğum için. İki tane diş için bu kadar rezalet yaşamaktansa takma dişleri terсih ettim. Saklarım, kimseler bilmez, kimseler bir şey anlamaz diye düşünüyordum, meğerse yanılmışım. Yalnız şimdi anlıyordu ki, iki dişin yüzünden tüm dişlerini söktürüp yerine takma diş taktırmak ve onu birilerinden saklamak dişlerini muayene ettirmekten daha kolaymış. Geçenlerde kayınpederinin komşuluğunda genç bir gelin ölmüştü bu takma dişler yüzünden. Ölen ihtiyar birisi olsaydı, haydi neyse dersin. Ama ölen aynı onun gibi genç bir kadındı ve bir de üstüne üstlük bu kadının da aynı onun gibi küçük erkek çoсuğu vardı. Bu sanki Allahın ona gönderdiği ihtardı. O çobanla Azrail`in rivayetini anımsadı bir anlığına: “Ben seni öldürmemişten önce sana birkaç tane ihtarlar, sebepler gönderirim.” – diyor Azrail çobana. Ve ardından dağlardan ta çobanın evine kadar kar yağdırarak geliyor!”

Her halde o genç kadın da takma dişlerini kocasından saklıyormuş. Tüm ağzında takma dişler bulunan insanlar gibi o da her halde geceleri takma dişlerini çıkararak su dolu bardağın içine koyuyormuş. Bu zavallı gelinler de ne yapacaklarını bilmiyorlar. Kocalarının gözünde daha güzel gözükmek için nelere katlanmıyorlar ki? Mesela o genç kadın…. Kim bilir, böyle her şeyi sakladığı gecelerin birinde takma dişler gelinin ağzından çıkıyor, direk soluk borusuna. O olayı duyduktan sonra geceler takma dişlerini ya yastığının, ya da yatağının altına saklıyordu hep. Ve korkuyordu ki, ansızın takma dişlerini ya kocası görürse?! Üç senedir süregelen bu fındık kabuklarının kırılma şöleni artık her halde o anda son bulacaktı. O zaman kocası ondan tiksinecekti. Üç sene boyunca o, bu tiksinmenin karşısında duruyordu ve bundan böyle yaşamının sonuna kadar bu sırrı açmamağa kararlıydı. Gerekirse bu sırrı kendisiyle mezara kadar götürecekti. Yıllar sonra onun mezarını açanlar bir gerçekle karşı karşıya kalacaklardı. Takma dişler bir sürü kemik yığınının arasından onlara sırıtacaktı. O zaman her şey açıklığa kavuşacaktı. Yani aynen İskenderin masalında olduğu gibi

Belki de Toğrul tiksinmiyecekti bile. Neden tiksinsin ki?! Sadece onun ihtiyarladığına inanacaktı, hepsi o kadar. Hani, otuz beş yaşlı bir kadın için pek toyluk dönemi değil ya!... Hem bu takma diş olayından sonra onun her bir uzvuna kuşkuyla bakacaktı.

Elmayı ikinci kez çok yavaş bir biçimde ısırdı:

Daha çok mu var?”

Bu köyden sonraki köy bizim köy işte…”

Tuğrul sert bakışla aynadan arkaya baktı. Ansızın bu soruyu Baküden çıktıktan sonra en az elli kez sorduğunu anımsadı.

Şimdi ben orada nerede oturacağım? Evde mi?”

Neden evde oturuyorsun ki? Dışarıda çadırda otur.”

Orası erkeklerin oturması için değil mi?”

Tamam da, orada bir çadır daha olacak, eğlenenler için. Orada oturursun. İşte bizim köyümüz…”

İç geçirerek yolu izlemeğe koyuldu. Gidecekleri köyün ağaçları ta uzaktan mosmorlardı. Yol çamurlu, hava bulutlu, ara sıra yağmur damlaları düşüyor arabanın camının üzerine. Yirmi dört saat böyle bir çamurlu yerde ne yapacaktı, aman Tanrım? Yirmi dört saat, koca yirmi dört saat! Dile kolay! Tuğrul için hava hoş! Erkeklerle oturacak, içecek, gülecek, konuşacak, belki de arabaya atlayıp komşu köylere misafirliğe bile gidecekti. Tuğrul`un bu dünyada sayısız akrabalarından başka övünülecek nesi vardı ki? Böyle söylediği zaman Tuğrul sessizce gülüyordu. Tuğrul`un direksiyon sallayan ellerine baktığında Tuğrul`un mutluluktan uçacak gibi olduğunu farketti. Akrabalarını gördükten sonra artık ağzı ta Baküye kadar kapanmayacaktı bile. Habire konuşacak, gülecek. Akrabalar, nazar değmesin maşaallah, ne akrabalarHepsi de birbirilerinden güzeller. Birine yüzüne sivilce mi çıktı, tamamdır hepsi gelecek, analı  çocuklu, kadınlı  erkekli, her birisinin de yanında kendi akrabalarıHepsi de birbirilerine çok benziyorlar. Simsiyah, gözleri de maşaallah, cayır  cayır yanıyor. Şimdi Tuğrul`un geldiğini gördüklerinde şöyle derin derin iç çekecekler, koşacaklar, sarılacaklar Tuğrul`a, sanki yıllardır hiç görüşmüyorlarmış gibi. Hem ne keyif alıyorlardı ki, bunlar böyle sarılmaktan, insanın üzerine çıkmaktan?

Oysa bu duruma katlanacağını hiç sanmıyordu. Hemen onu kucağı çocuklu kadınların arasına katacaklardı. Hepsi de yağ kokuyordu, “Yahu, görüyormusun, işte Tuğrul`un karısı bu” - diyerekten dırdır edeceklerdi. Şöyle, yirmi tanesi bir yanağından, yirmi tanesi öteki yanağından… “Ne kadar da güzel gelinmiş bu böyle?” Sonra da yirmi dört saat bunların arasında bekle bakalım! Hepsi de daha sonra uzun süre gözlerini ondan ayırmayacaklardı.

Şimdi evde oturup ta televizyon izlemek vardı. Aksilik ya bu gün televizyondaSan Remofestivalinin finali yayımlanacaktı. Sonra bir anlığına düşündü ki, bu kadınları İtalyaya götürseler, ya da o festivali buralar kadar taşısalardı neler olurdu? Kesin hepsi bir yerde bağıracaklardı: “Vay namussuzlar! Siz bunların haline bakın!”

Daha sonra düşünmeye başladı: onun yerine bir başkası olsaydı şimdi mutluluktan uçacaktı. Yalnız başına, dört duvar arasında oturmaktan bıktığı zaman köye gitmekten daha güzel ne ola bilirdi ki? O, sanki buraların her şeyini çok merak etmek zorundaydı. Onun içiyse artık yıllardır buzullarla kaplıydı. Bayağı zamandır içinde bir şeylerin kıpırdadığını farketmemişti. Belki kim bilir artık ihtiyarlıyordu ve içi bunak karıların içi gibi kırışlarla kaplıydı.

Sonra en son ne zaman içinde bir şeylerin kıpırdadığını anımsamaya çalıştı. Yıllar önceÜniversitede okurken her zaman ön sırada oturan bir delikanlı ona sevgiyle baktığındaSonra sevgi mektupları yazdığındaDaha sonraysa oğlu doğduğundabir debir de Tuğrul`la yeni yeni buluştuklarındaEvlendikten sonraki yılları anımsamağa çalıştı. O zamandan geriye sadece büyük bir boşluk kalmıştı. Evlendikten sonra aynı şeylere programlanmış robot gibi yaşamıştı.

Süt aldın mı?”

Evet.”

Peki, ya tavuk?”

İki kilo…”

ve ya ona soruyorlardı:

Çocuklar yemek yediler mi?”

Yediler…”

Öğlen uyudular mı?”

Uyudular.”

…….. İşte böyle sorular. Ve verilen yanıtlar

……… Düğünün sesi uzaktan duyuluyordu. Şarkıcı okuyordu:

Gelirsen gadan allam

Gidersen yola sallam

Tuğrul arkaya baktığında çehresi bir farklıydı. Gözleri parlıyordu:

- İşte, geldik.

Arabanın durmasıyla insanların onlara sarılmaları aynı ana denk geldi.

- Hoş geldiniz. Hep düğünlerde buluşalım.

Öpüşme, sarılma töreni başladı işte. Tuğrul`u başka bir yere götürdüler. Giderken el sallamasından bir de yarın sabah Baküye dönerken görüşeceklerini anladı. Üzerinde güllü elbiseler, başörtüleri bulunan kadının teki eve doğru bağırdı:

- Kız, hemen yemek yapın bakalım

- Ben yemeyeceğim.

- Öyle şey mi olur? Yol gelmişsin.

- Vallahi, daha acıkmadım.

- Çay da mı?

- Çay da istemiyorum, teşekkür ederim.

Şarkıçı şimdi daha güzel bir şarkı söylüyordu, kelimelerini duymak dahi mümkün değildi. Çadıra doğru baktı:

- Ben burada otururum.

Kadın güllü başörtüsünün altından kıs kıs güldü:

- TamamKızım, bunu götürün de oraya bir yere oturtun bakalım

Çadır fazla kalabalık değildi. Onu getirip şöyle yukarıda bir yerlerde oturttular. Paltosunu da omzuna attılar. İlk önce yukarıda oturmuş müzisyenler, şarkıçı ve daha sonra çadırda bulunanların hepsi dikkatle onu incelediler. Ve kendi aralarında konuşmaya başladılar. İlgi odağı olmak her zaman hoşuna gidiyordu. Tam karşısında oturan kızlar (galiba bunlar köyün güzelleriydi) soluk bile almadan onu seyrediyorlardı. Tabii ki, seyredeceklerdi. O, kim, onlar kim? Yalnızca derisi bile belli ediyordu onun onlardan farklı olduğunu. Bu tam karşıda oturup onu seyreden kızlar mesela, ne kadar süslenseler bile, yine her birisinin mutlaka bir kusuru vardı. Birisinin bacakları eğriydi, ötekisinin kamburu vardı, bir diğerininse kollarında kusur vardı. Bunu Tuğrul`un teyzesi onu oynamağa davet ettiğinde tüm çadırdakiler tekrar farkettiler. O, salınarak yürüdüğünde, üzerine tam oturmuş siyah elbisesiyle oynadığında tüm çadır sanki sessizliğe gömülmüştü. Onu gördükten sonra bu düğünde bulunan her kesin, özellikle de kadınların kendisinden nefret etmemesi imkansızdı. Tüm çadırdakilerin rezil olmalarını, özellikle kadınların ondan nefret etmesini o, kendindenmi uyduruyordu? Hayır, kesinlikle, hayır! O, oynadıkça çadırın alanı küçülüyor, oturanların meraktan fal taşı gibi açılmış gözleriyse büyüyordu gittikçe. Bak, mesela o her kesten arkada durmuş delikanlı elleri cebinde öylece kalakalmıştı yerinde. Galiba ağlıyordu! Tabii, ağlıyacaktı, bir daha onu ne zaman göre bilirdi ki?! Kim bilir belki de o delikanlı bu anı hiçbir zaman unutamayacak ve yıllar sonra ölüm yatağında can çekişirken onu tekrar hatırlayacak, bu düğünü tekrar yaşayacak ve o zaman çaresizlik içinde sessiz sessiz ağlayacaktı.

Belki de çocuğun gözü soğuktan böyle sulanıyordu? Kim bilir... Onun da gözleri hep soğukta sulanırdı. Ama, hayır... Bu delikanlı ona bakarak ağlıyordu. Gözlerinden bir damla yaş aşağıya doğru kayıyordu.

Geçip oturdu. Şarkıcı hâlâ onu seyrederekCemileşarkısını söylüyordu. Nereden biliyordu onun isminin Cemile olduğunu? O, oynamak için kalktığından beri durmadan aynı şarkıyı söylüyordu.

Az sonra galiba her kes onu seyretmekten bıktı, ya da artık gözleri alışmıştı, çadırdakiler tekrar oyuna daldılar. Şarkıcı şarkı söyleyerekten her kesi oynattı. Bir ara Tuğrul`u bile bir yerlerden bulupta çadıra getirdiler.

... Ansızın çadırın karşı bölümünden içeriye sanki soğuk hava kitlesi doldu. Demin ağlayan delikanlı şimdi burada her kesten arkada durarak ona bakıyordu. Demin nasıl gözlerini kırpmadan ona bakıyordusa, şimdi de aynen öyle gözlerini ondan ayırmadan bakıyordu. Fakat şimdi ağlamıyordu. Kim bilir belki demin de ağlamıyormuş, sadece

Delikanlı uzun boylu, yakışıklıymış meğerse. Demin karşı tarafta durduğu için onu bunu farkedememişti. Elleri yine cebindeydi. İlginç olan şuydu ki, delikanlının görüntüsüyle bakışları arasında büyük bir çelişki mevcuttu. Böyle heyecanlı bir yüz sahibinin elleri cebinde durmasını anlayamadı bir süre. Delikanlının gözleri onun bakışlarından sıkılıyordu.

Böylesine genç bir delikanlının ondan hoşlanmasında ilginç olan neydi ki? Ondan böyle bir delikanlının aslında hoşlanmaması garip kaçardı. Bu güne kadar çoğu kimse ona ilanı aşk etmişti. O delikanlı neden etmesin ki? Otuz beş yaşındaymış. Ne alakası var? Ne yani, otuz beş yaşında bir kadına kimse ilanı aşk edemez mi? Hem o, bir yerlerden otuz beş yaşlı bir kadının kadınlığın ve olgunluğun doruk noktasında olduğunu okumuştu. Ne farkederdi bunu kim yazmıştı: “Balzac mı, yoksa bir başkası mı?” Belki de kim bilirSağlıkdergisinden okumuştu?!

Delikanlı köydeki insanlara kesinlikle benzemiyordu. Giyimi, kuşamı, yürümesi, oturması, kalkması. Sanki şimdi uçaktan inmişti. San Remo festivalindeki delikanlılara benziyordu. Şu an yirmi yaşında olacaktı ki!… Bir de evli olmayacaktı. Ve bu delikanlı onun arkasından ta Baküye kadar gelecek ve onu üniversitede bulacaktı. Nasıl da yakışacaklardı birbirilerine. O, siyah saçlı, siyah gözlü, esmer bir kız, bu delikanlıysa sarışın, mavi gözlü…. Neden insanın hayatı bu kadar kısa ve neden insanın yaşamında bu denli kısıtlamalar var? Tüm bu sınırlamaların anlamı ne?

Sonra da Tuğrul`la nasıl evlendiklerini anımsadı. Nasıl olmuştu da hiçbir zaman hoşlanmadığı, içine sinmiyen, çoğu zaman konuşması, yüz çizgileri midesini bulandıran birisiyle evlenmişti? Neden evlenmişti Tuğrul`la? Babasının namı, parası için mi? Ya belki etrafındaki tüm kızların ekmek kuyruğunda bekler gibi kuyrukta beklediğini, zamanı geldikçe teker teker evlendiklerini gördüğü için mi? O, kuyruktaki yerini kimseye kaptırmak istememişti. Hayır, bu saydıklarının hiçbir önemi yoktu. Bir gün şehir hastanelerinin birinde psikiyatrist olan ablası onlara geldi ve apar topar:

Bu kızı kesin evlendirmelisiniz, hem de en kısa sürede.” - dedi En büyük nedeni de nedir biliyormusunuz? Zira bu kız ressamlıkla uğraşıyor. Yaratıcı güçler, çeşitli fantaziler, düşler, insan psikolojisi, falan filanYalnız normal bir aile, annelik, kadınlık duyuları onu hem güzel bir kadın, hem de başarılı bir ressam yapa bilir

O zaman annesi kızına öyle bir bakışla bakmıştı ki, sanki o, uçurumun eşiğindeydi, hafif bir dokunuş onun uçuruma yuvarlanması için yeterliydi. En kötüsü öyle bir duyguya kapılmıştı ki, eğer o, bir sene içinde kendisine uygun bir eş bulupta evlenmeseydi, kesin çıldıracaktı. Dilenci gibi sokaklarda dilenecekti, okul arkadaşlarının çocuklarıysa onun avuçlarına bozuk paralar bıraktıktan sonra koşup annelerine sarılacaklardı. Ve okul arkadaşları da onun bu haline için için ağlayacaklardı.

Ah, o günler, ressamlık, dahi Van Gogh, “ Hazreti İsa`nın çarmıha gerilmesi”, kokusu canına, belleğine kazınmış renklerVücudundaki tüm heyecanları, titireşimleri, sıkıntıları, bunalımları kendi bünyesine çeken fırçaları, her şeyi unutmuştu. Beynini meşğul eden, kollarını kuvvetten salan tek bir sorun vardı: hemen evlenmek! Geç kalabilirdi. Her şey berbat ola bilirdi.

Şimdi oynayanlara baktıkça düşünüyordu ki, bu da bir tür anormallikti hani. Neden ablasının bir kerecik söylediği laf onun beynine böylesine etki yapmıştı ki? Belki de ablasının zekasının ne denli yüksek olduğunu bildiği içindi bu. Belki de annesinin de ara sıra söylediği gibi onda bulunan şeytani düşünceyle o, anlamıştı ki, eğer ablasının söylediğini yapmazsa bin pişman olacak. Yaşamı tehlikededir. Normal bir yaşantı onu bu tehlikeden kurtara bilir. Öyle bir yaşantı ki, elinde fırça, gözleri belirsiz bir noktaya dikilmiş halde gidipte İvanovun çektiğiHazreti İsanın çarmıha gerilmesisahnesine kadar çıkmasın. Her halde kendisi bunu duyumsamıştı. Ablası bu konuda suçsuztu, kendisi isteyerekten Tuğrul`la evlenmişti. Ablasını suçlayamazdı. O, ondan hoşlananların arasından Tuğrul`u seçmişti yalnız. Neden mi? çünkü Tuğrul`un kendi emirleri doğrultusunda yaşayacağını daha ilk günden, Tuğrul onun peşinden üniversiteye gelirken anlamıştı. Yani Tuğrul makinaydı bir nevi onun için. Daha o zamanlar hissetmişti ki, Tuğrul`dan bıktığında elini uzatarak bir radyo gibi onu kapatabilirdi. Belki de uzun süre açmazdı. Şimdi galiba o işi yapmanın zamanı yetişmişti.

Gözünü delikanlının gözlerine dikti. Delikanlı şaşırdı ve bakışları yana kaydı. Dayanamadı, tekrar baktı. Uzun süre böyle kalakaldılar yerlerinde. Delikanlının yine elleri cebindeydi. Gördüğünden beri bu delikanlının en çok hoşuna giden huyu buydu. Biraz da amerikan gangasterlerinin durumuna benziyordu delikanlının bu durumu. O, baktıkça delikanlının yüzü bembeyaz oluyordu, gözleri yaşla doluyordu

İçinde bir şeylerin kırıldığını farketti. Sanki vücudunda bir çocuk kıpırdadı. Gözünü çekti delikanlıdan, dans edenlerin ayaklarına baktı.

Delikanlı hoşuna gidiyordu galiba onun. Kim bilir, bu belki de bir avuntuydu?! Son zamanlar kendine, kendi duyguları sanki başka birisinin duygularıymış gibi bakıyor ve kendisiyle bile öyle hesaplaşıyordu. Çoğu zaman hoşlandığını zannettiği her hangi şeyden daha sonra aslında hoşlanmadığını farkediyordu.

Fakat şimdi her şey farklıydı. Şimdi bu delikanlıdan hoşlanmamış bile olsaydı öyle yapmalıydı ki, hoşlandığını belli etsin. Ve ya hoşlandığını belleğine kazısın. Hoşlandığını belli etmeseydi, tüm gün bu çamur bataklığında saplanıp kalacak, bir türlü kurtulamayacaktı. Bu çamurun feci bunalımını kendisiyle şehre götürmek istemiyordu. Nasıl yapacaktı bunu? Sonra ansızın neden böyle saçma sapan düşüncelere kapıldığını düşündü, zira o, bu çamur saplantısını zaten şehirden buraya getirmişti, şimdi ne yapıp edip o saplantıyı burada bırakmalıydı. Bu delikanlıyı gördü ya! Artık ölse bile gam yemezdi! Belki de onunla konuşamayacaktı. Ama olsun, bakmak bile onun için yeterliydi. Bir evli kadın için en anlamlısı da buydu zaten.

Deminki üzerine çiçek desenli elbiseler giymiş kadına benzer başka bir kadın ona kadar geldi, kolundan yakaladığı gibi ayağa kaldırdı:

- Sen acıkmışsındırdedi ve onu çekiştirerek yemek çadırına götürdü.

Yemek için ayrılmış çadır da boştu.

Düğün bittikten, çadırlar toplandıktan sonra avluda gürültü bitti. Onu pembe duvarlı küçük bir odaya götürdüler. Şükr ya Rabbi! İyi ki bu sefer tek kişilik bir odada uyuyacaktı. Ya onlarla bir odada uyusaydı?! Anımsamak bile istemedi. Geçen sene yine birilerinin düğünü için köye gelmişlerdi. Ona Tuğrul`un yengesiyle aynı odada yatak yapmışlardı. Sabaha kadar uyuyamamıştı o zaman. Tuğrul`un yengesi öyle bir horluyordu ki! Onun horlaması Alfred Hitchcockun korku filmlerini aratmıyordu. Sanki bir yerlerde kapılar açılıyor, birileri parmaklarının ucunda bir yerlere kadar gidip geliyorlardı. O zaman o, az sonrakapının açılacağını, içeri birilerinin gireceğini zannetmiş ve çok korkmuştu. Fakat bu kapı birkaç kez açılıp kapandıktan sonra yatağının içinde sabaha kadar oturmuş ve öfkeyle Tuğrul`un yengesini seyretmişti.

Gülerek elbisesinin düğmesini açtı, karşıdaki aynada kendini seyretti. Güzeldi, hem de çok güzel. Fakat zaman gelecek, bu güzellik kaybolacak, bu güzelliği karanlıklar yutacaktı. Hayır, karanlıklar yutmadan önce güzel derisi kırış kırış olacaktı.

Sonra bu derinin, bu saçın, bu çehrenin Tuğrul için çok sıradan olduğunu düşündü. Onun güzelliğini artık Tuğrul farketmiyordu bile. Fakat ilk başlarda farkediyordu. Ee, ne de olsa, onun saçlarının, çehresinin, gözlerinin ışıltısı Tuğrul`undu. Şu anki durumu yine iyiydi, zaman gelecekti ki, Tuğrul onun çehresini gördüğünde acele lavaboya koşacak ve kusacaktı. Bu hali düşündükçe onun da midesi kalkıyordu.

Aynanın yanındaki pencereden sanki içeriye soğuk hava akımı başladı. Pencereden dışarı baktığındaysa neredeyse küçük dilini yutacaktı.

O delikanlı öylece, gözlerini onun penceresinden ayırmadan onu seyrediyordu.

Bir süre elleri belinde öylece durdu, delikanlıyı izledi, sonra kedi gibi bir köşeye sindi, soluk soluğa ışığı kapattı, aceleyle elbisesinin düğmelerini ilikledi. Kalbinin sesi sanki öbür odalarda da duyuluyordu. Kafasını duvara yaslayarak uzun süre bekledi. Neyi beklediğini kendisi bile bilmiyordu. Bildiği tek şey yerinden kıpırdasa pencereden onu izleyen delikanlıyla karşılaşma olanağıydı.

Bir süre sonra duvarın dibiyle sürünerek yatağına doğru gitti, yatağa girdi. Battaniyeyle yüzünü kapattı. Sessizliği dinledi, sonra yataktan kalkıp pencereye baktı. Sanki delikanlının orada olup olmadığını bilmek istiyormuşcasına. Delikanlı yoktu galiba oralarda. Belki de kim bilir, oradaydı, gözünü onun penceresinden ayırmadan sigara içiyordu. Evet, oradaydıAyaklarının hışırtısını duya biliyordu. Evin civarında dolaşıyor, evin civarında dolaştıkça onu görmek, onunla konuşmak istiyordu. Acaba ne konuşacaktı delikanlı onunla? Ne anlatacaktı ona? Bunları düşünürken bile içi bir hoş oldu.

Delikanlının söyleyecekleriyle alakalı düşündü durdu. Dışarıda duyulan hışırtı artık susmuştu. Uzaklarda bir yerde köpekler havlıyordu.

Pencereye sanki birileri vurdu ilk önce. Yüreği duracak gibi oldu. Tekrar aynı şeyVe pencere açıldı.

Bağırmamak için iki eliyle ağzını kapadı. Delikanlının silueti bile amerikan gangasterlerinin siluetine benziyordu karanlıkta. Delikanlı sakin bir biçimde içeriye girdi ve pencereyi de özel bir itinayla kapattı. Karanlıkta körmüş elleriyle bazı eşyalara dokundu. Onu arıyordu karanlıkta belli ki ve sonunda buldu.

Delikanlının güçlü kolları arasında biraz elkol haraketi yaptı, kurtulmağa çalıştı delikanlının kolları arasından. Daha sonraysa kendi kendine gözleri kapalı bir biçimde düşündü: “Ne diye kurtulmağa çalışıyor ki, delikanlının kolları arasından? Delikanlının kolları demir gibiydi, soluğu kekik kokuyordu ve yarıno da, delikanlı da toprağa karışacaktılar ve hiç kimse onun kocasına ihanet etmeden öldüğünü aklının ucundan bile geçiremeyecekti.” Bir kez bile olsun ihaneti tatmadan bu dünyadan göç etmenin aptallık olacağını düşündü.

Delikanlı bir şeyler söyledi galiba, o, anlayamadı bu söylenenleri, her halde delikanlının söyledikleri çok etkileyici laflardı. Öyle bir laf ki, bu lafı daha duyamadan az daha onun kalbi duracaktı. Sonra ensesi tatlıtatlı acımağa başladı, delikanlının dişleri ensesine batmıştı. Delikanlı bir süre onun ensesini ısırdıktan, yaşlı gözleriyle onun yüzüne baktıktan sonra nihayet boğazına ulaştı. Delikanlı dişlerini tam boğazına geçirecekti ki, uyandı.

Uyandığında şafak söküyordu artık. Yorganın ucunu boğazına kadar çekti.

Pencere kapalıydı. Delikanlının dışarıda onun penceresini izlediğini nasıl görmüştü peki? Rüyasında mı? Kalkıp parmaklarının uсunda pencereye yaklaştı, hiç kimse yoktu dışarıda. Yüreği çarpıyordu. Uzaktan bile olsa o delikanlıyı tekrar görmek arzusu baş kaldırdı içinde. Keşke şimdi burada, her kes uykudayken o delikanlı olsaydı ve yine onun penceresinin önünde onu öylesine vurdumduymaz bir biçimde seyretseydi. Seyretseydi ve de ağlasaydı

Meğerse tüm yaşam önündeymiş. Oysa o, artık her şeyin bittiğini, bundan sonraki yaşamını çocuklarına adayacağını düşünmüştü.

ŞimdiKim bilir onu daha neler bekliyordu. Buluşmalar, yeni duygular, sıcak temaslar, sıcak kelimelerBunaltıcı griliğin de meğerse bir sonu varmış.

Kapı çalındı:

Gelin, kalk bakalım, sabah bir şeyler atıştır, yola çıkacaksınız az sonra.”

Tuğrul sabah kahvaltısına gelmişti. Bir gecede sanki şişmanlamıştı, azıcık da ihtiyarlamıştı.

Nasıl geçti, sıkılmadın değil mi?”

Dün yaşadıklarını anımsadıktan sonra elinde olmadan gülümsedi:

Hayır.”

Onları uğurlamak için yine kapıda bir sürü insan birikmişti. Her zaman olduğu gibi yine dayılar, halalar, teyzeler, amcalar, onların çocukları, torunları, falan

Saçını karıştırarak etrafı kolaçan etti, fakat bir türlü ona rastlayamadı.

Arabanın içinden şehrin kokusu duyuluyordu. Ansızın şehri özledi.

Sağ salim gidiniz! Allah`a emanet olunuz!”

Birisi suyu öyle bir attı ki, az daha arabanın arka camı gidecekti.

Al işte, bu insanlar her işi işte böyle doğal yapıyorlar!”

Araba köyün yamuk yumuk yollarıyla gittikçe, onları demin uğurlama törenine katılmış insanlardan uzaklaştırdıkca gözleri hâlâ onu arıyordu? Düşünüyordu: acaba, o, nerededir şimdi? Herhalde buralarda bir yerlerdedir. Kim bilir belki de şehre gitmiştir onlardan önce? Belki de yolda bekliyordur onları?! Belki de?!

Önlerinde üç inek yürüyordu. İneklerin üçü de kahverenkliydi, kuyruklarını sallayarak, hiçbir şeye aldırmadan yürüyorlardı. Öyle sakin sakin yürüyorlardı ki, sanki deminden beri korna çalan araba da aynen onlar gibi kahverenkli bir inekti ve aralarında pek bir fark yoktu. Tuğrul`sa artık bıkmıştı, elini kornadan ayırmıyordu. Umursamıyorlardı inekler bu korna sesini.

Tuğrul artık sıkıldı beklemekten, kafasını camdan çıkarıp inekleri çayıra götüren delikanlıya bağırdı:

Ya, çek şunları yoldan be!”

İnekleri çayıra götüren çocuğun yüzü kirliydi, üzerine büyük, eski bir ceket giymişti. Tuğrul bağırdıktan sonra elindeki kamışla inekleri vurmağa başladı:

- Oha! Oha!

Tuğrul olanca gücüyle gaza yüklendi. Araba delikanlının yanından geçtikte az daha soluğu kesilecekti.

Bu o delikanlıydı. Gangaster suratlı, ela gözlüŞimdi ela gözler kirli yüzde çok acayip bir şeymiş gibi gözüküyorlardı.

Sinirlendi mi yoksa korktu mu, kendisi bile farketmedi, fakat midesi kalktı. Kusacak gibi oldu. Tuğrul irkildi ve arkaya baktı:

- Noldu sana? Hasta mısın?

Hayır anlamında elini salladı. Yine midesi kalkıyordu:

- Belki de

Öfkeyle Tuğrul`un yüzüne baktı. Böyle baktığında hep Tuğrul`un yüzü yamuluyordu. Nasıl da nefret ediyordu kocasından. Her şey onun yüzünden olmuştu. Suçluydu o. Onun sonbaharın bu gri ortamında kabullenemediği, belki de hiçbir zaman kabullenemeyeceği insanların arasında bulunması, gece gördüğü rüya, kendisi için uydurduğu sevgi serüveni, hepsi kocasının yüzündendi.

Arkaya baktı. Delikanlı tanımıştı onu galiba. Çehresi yine dünkü gibi ışıltıyla, gözleriyse yaşla doldu. Elleri ceplerinde yine uzun süre arabanın arkasından baktı.

Araba hızlandıkça, delikanlı da, inekler de küçüldükçe yolun çamuru iyice artıyor, yine etrafa çamur kokusu yayılıyordu.

Uzaklarda bir yerlerde yine düğün vardı. Sanki şarkı söyleyen de dünkü şarkıcıydı:

Gelirsen derdin allam

 

Gidersen yola sallam…