AFAK MESUT: "BUGÜN EDEBİYATA İLGİNİN AZALMASININ NEDENİ - HAYATIN EDEBİYATTAN ÇEKİCİ OLMASI, YANİ, ANLAM VE İÇERİK GÜNCELLİĞİYLE ÖNE ÇIKMASIDIR"

Halk Yazarı Afak Mesut’un Azerbaycan dili, edebiyat, tiyatro, sanat vs. konularında “Fraza” dergisine yapmış olduğu söyleşiyi okurlara sunuyoruz.
– Afak Hanım, siz yazar Ali Veliyev’in torunu, edebiyatçı Mesut Alioğlu’nun kızısınız. Edebiyatçı ailesinde doğmak size ne verdi ve sizden neleri aldı?
– Ali Veliyev ve Mesut Alioğlu bir tek bana değil, bütünlükte Azerbaycan diline, edebiyatına ve bilimine önemli katkıda bulunmuş tarihi şahsiyetlerdir. Ali Veliyev’in dağ çiçeği ve semaver dumanı tüten romanlarını, Mesut Alioğlu’nun derin felsefi gerçekler, ruhi sarsıntılar ve ağrı dolu makalelerini, monografilerini bugün tekrar gözden geçirirken Azerbaycan dilinin nasıl bir imkânlara sahip olduğuna, nasıl bir ustalıkla kullanıldığına hayret etmemek elde değil. Son yıllarda eserlerimi yarım bırakarak, yazı sürecinden uzaklaşarak tüm gücümü, bütün yaratıcı enerjimi Azerbaycan dilinin Ana kitabı – İmla Kılavuzuna adamam da düşünüyorum, alt katında Ali Veliyev ve Mesut Alioğlu, onların fıtri dil duyumu, Ana diline olan sevgisi durmaktadır. Benden alınana gelince, herhalde bu, yazarlıktır. Yani herkes gibi sıradan bir hayat hakkından, normal insan hayatından mahmurluk. Daim çevreni – olup geçenlere ve olacaklara mesul edilmiş gizli casus gibi tuhaf ayıklıkla izlemek, görüp sezip anladıklarını, şimdi baş verecek korkunç gazayı önleyecek kurtarma tedbiri, cankurtaran gibi aklımda tutmaya, bilgisayara ya kâğıda dökme acelesi, bezen rüya ile gerçeğin sınırlarının kaybolduğu şeffaf dengesizliklerde, yazdığın veya düşündüğün fikir ve cümlelerin sıklığında – sözler ve yüzler dolu insanı yutan ıssızlıklarda vargel etmek vs. vs.
– İstatistiklere göre ülkede edebiyat okuyanların sayı gittikçe azalmakta. Sizce, bunun nedeni nedir?
– Konu ciddi edebiyatsa, yani insanın tefekküründe, dünyaya bakışında bir şeyleri değişebilecek gerçek edebiyata dikkat çekmek isterim, bu istatistik her zaman, tarihin bütün dönemlerinde hep aynı olmuş. Yani her zaman kitle – derin, ebedi gerçekleri, onların anlam ve içeriğini açan ciddi edebiyata değil, günlük hayatları boyunca gördüklerini ve anladıklarını onlara bir de işte o gördükleri ve anladıkları şekilde anlatan hafif edebiyata can atmış. Fakat bugün manzara bir kadar farklıdır. Bugün edebiyata, genellikle, insan tefekkürünün yarattığı her bir şeye ilginin azalmasının nedeni – hayatın edebiyattan ilginç olması, yani anlam ve içerik güncelliğiyle öne çıkmasıdır. Zaman akarının hızlanmasıyla epey toparlanmış, ayları, günleri kısalıp daralmış ve bu nedenden epeyce çevikleşmiş hayat ritmi, Evrende, doğada, toplumda baş veren gizemli olaylar, sosyo-siyasal süreçler, bilgi bolluğu, sosyal ağlar vs. bugün bir tek edebiyatı değil, genellikle, ebedi ve değişilmez olan birçok değerleri arka plana atmaktadır. Yer yuvarının hareketlenmesinden güç alan Zaman bizlere, yaşadığımız hayatın artık, ne o miskin ayrıntılar ve onlar uğruna çarpışmalar meydanı, ne de dünyanın, o kaba darlıklar ve duraklar dolu, yavaş zaman boşluklarıyla uzandıkça uzanan Durgunluklar Alemi olmadığını anlatmaktadır. Siz bir düşünün, kimin aklına gelebilirdi ki zehirlenmiş doğayı, ruhu sıkılıp boğulmuş İnsanlığıyla uçurumun kıyısına, yani kendi sonluğuna sürüklenmiş dünyamızı, bir zamanlar onun bütün günahlarını – çarmıha çekilip, vücuduna vurulan kocaman çivilerin ağrı-azabıyla yıkayan Hazreti İsa peygamber misali, bütün bir ülke, kadim bir halk – Ukrayna – yenilmez milli ruhu, sınırsız Vatan ve özgürlük yangısıyla kurtaracak?.. Yani demek istediğim şu ki bugün, bütün bu hızın, beklenmedik değişiklikler döneminin edebiyatını yaradan yazarı kalemi eline almadan, bilgisayarın karşısına oturmadan önce, ilk sırada dünyanın hangi kutbunda olduğunu, bütün bu yapılanların – yani her bir şeyin manzarasını, ruhunu, anlam ve içeriğini değişenin ne olduğunu anlamalı, en azından bu hakta belirli düşünceye sahip olmalı ki, neyi yazmalı ve neyi daha yazmamalı olduğunu bilsin. Tam tersi olunca o, yani Edebiyat eskimiş ağrıları ve dertleriyle, idea ve problemlerinin bugüne ait olmamasıyla sıradan çıkmaya, daha kesin dersek, bir zamanlar kendisi gibi ebedi ve değişmez sandığı Zamanın acımasız hükmüyle vurulup bir köşeye atılmaya mahkûmdur.
– Bazıları "Serçeler" öykünüzü, bazıları "Kalabalık"ı, diğerleri "Özgürlük" romanınızı yüksek değerlendirmekteler. Eğer seçim imkânınız olsa, hangisini tercih ederdiniz?
– Bunlar farklı eserlerdir. 80’li yılların sonları yazılmış “Serçeler”, o sıradan “Tavşanın Ölümü”, “Gaza” vs. öyküler – insan tenhalığı, onun lüzumsuz ayrıntılar ve kurallar batağında boğulduğu topluma yabancılığı hakkındadır. “Kalabalık” tam farklı bir alandır – insanın gerçek ve olsun ki eski hayatlarında yaşanan hadise ve olayları tamamen farklı şekilde gören ve anladığı şekilde fikse eden bilinçaltı hafıza ürünüdür. Bu, alınması, hatırlanması, hangi nedendense insana yasak edilmiş bilinçaltının, onun kendisi ve hayatı hakkında bildiklerinden tam farklı bilgileri – yabancı gerçekler saçan acayip rüyaları, kesik kesik siyah beyaz filmlere alınmış sessiz kronik kadrolarını hatırlatan silik görüntüler, anlaksız manzaralardır. “Özgürlük”e gelince, eser bütün bir ülkenin kaderi, tarihi geçit aşamasında yaşananları, o dönemde şehrin meydan ve sokaklarında cereyan eden sosyo-siyasal olayları ve onlarla, nasılsa paralel şekilde, bazıları çok yakın, mahrem alanlarda – mikyas durumuyla daha geniş – bir ülkenin, ya şehrin bilinçaltında yapılanları anlatan mistik tarihi romandır. Odur ki onları kıyaslamak, birbirinden ayırmak zordur.
– Sizce, hayatta yaşadığı olayların yazarın eserlerine ne derecede etkisi olur?
– Tabı ki yaşadığı dönem, mekân, ortam vs. bu gibi şartlar yazara da esere de belirli etki yapar, fakat eğer eser yazar beyin ürününün gerçek hayatla çatışmasından doğarsa, o halde esaslı etkisi onların her ikisine – yazarın bilinçaltı, genetik hafızası – belki de bin yılların görüntü ve manzaralarını içine alan ilahi gerçekler ve bilgiler hücresi gösterir. Elbette, eğer yazarın o hücreye yolu, oralarla herhangi anlaklı, ya anlaksız ilişkisi, bağlantısı varsa. Bu türden bağlantıların etkisi, dünyanın yüzü eskiden beri yazıp yaratmış birçok yazar ve şairlerinin eserlerinde bugün de görülmektedir. Yani bunu birkaç defa söyledim – görünenleri zaten göründüğü şekilde, belagatle kâğıda almak büyük edebiyatın yolu değil.
– Eserlerinizi sahneleştiren yönetmenlerin işinden memnun musunuz? Genellikle, bugün tiyatrolarımızın düzeyi sizce nasıl?
– Bugün tiyatrolarımızın düzeyi, bence, kimseyi memnun etmemektedir. Yani ne yazık ki bugün tiyatrolarımızda da aynı manzarayla karşılaşmaktayız. Oysa günü günden daralıp kısalan bu hayat tempomuzda yerini ve önemini korumuş belki tek sanat düzlemi tiyatrodur. O nedenden ki okuması haftalar, aylar isteyen kalın kitapların içerik ve anlamında olanları kısa zaman çevikliğiyle, plastik, ışık, ses vs. etkenlerle canlı ve emosyonel şekilde ulaştırma imkânı yalnız ondadır. Benim oyunlarıma gelince, bugüne kadar sahneye koyulmuş üç oyunun her birini milli tiyatro tarihimizin önemli hadisesi, büyük uğur hesap etmekteyim. Bunlar – yetenekli yönetmen, büyük tiyatro adamı Vagif İbrahimoğlu’nun Devlet “Yuğ” Tiyatrosunda kuruluş verdiği, başrollerden birini – Azrail’i de kendisinin oynadığı “Can Üste” bir süre sonra zaten o tiyatroda sahneleştirdiği “O Beni Seviyor” ve yetenekli yönetmenimiz Mihriban Elekberzade’nin Akademik Milli Dram Tiyatrosu sahnesinde kuruluş verdiği “Trenin Altına Atlayan Kadın” oyunlarımdır ki her biri topluma etki gücü, çağrıştırdığı ilgi alanıyla bugün de akıllarda yaşamaktadır.
– Son yıllarda sizin sanatınızda iki eğilim kabarık görünür: dini konulara ve dram janrına başvuru... Bu ilgi sizde nereden kaynaklanmakta?
– Dram janrına başvuru tarihçesi hakkında birkaç söyleşimde kapsamlı söz ettim. Kısaca olarak söyleyeyim ki bu türe başvuru, daha doğrusu, neden olanı – 2003 yılında yazılmış «Can Üste» öyküsünden oldukça etkilenen, içi bağlı kapılar, geçit ve dehlizlerle dolu olan eserin alt katında yatan saklılara yol bulmak, o bağlı kapıları aralayıp açmak kudretine, yalnız tiyatro sahip olduğunu bütün mümkün izahlarla bana telkin edip, ilk, aynı adlı “Can Üste” oyununu yazdıran – unutulmaz tiyatro sanatçımız, büyük sahne ustası Vagif İbrahimoğlu oldu. Dini konuya gelince, “Kerbela” oyununu kastediyorsanız oyunu, bu, dini eser değil. “Kerbela” – Doğu kadınının yüce mertliğini, Allah’a olan ilahi sevgisi ve sadakatiyle kazanılmış toplu sevgiye ve inama göre acımasızca katledilen mukaddes imamların hayat öyküsünü eski Şam şehrinde, şehrin insan kaynayan merkezi meydanında, hiç kimseden çekinmeden seslendirdiği açık ve cesaretli beyanatı ile beşer tarihinin hafızasına kazınmış tarihi simadan – Hazret Ali’nin kızı, Hanım Zeynep’in, küçücük imam evlatlarıyla beraber yollandığı ıstıraplı ve şerefli yoldan, bugün “Sefer Ayı” dediğimiz tarihi seferi anlatan epik dramdır. Eser birkaç yıl önce Kültür Bakanlığının devlet siparişiyle Akademik Milli Dram Tiyatrosunda sahneye hazırlansa da ve okuma meşklerine başlansa da orada yaşanan ortam, yaratıcı heyetin, yumuşak dersek, “işgüzar” havası beni, oyunun kaldırılmasıyla ilgili Bakanlığa resmi başvuru yapmaya zorladı.
– Bir zamanlar Mehemmed Nesefi, Kezali, ibn Arabi, Rumi gibi büyük Sufi âlimlerin eserlerini dilimize çevirdiniz. Peki, bu eski metinlere ilgi nasıl ortaya çıktı?
– Sufilik hakkında bir zamanlar dedemden duyduydum. Bu ilahi felsefenin gerçek hayattan tam farklı, mistik bir âlem olduğu, insanı hayatından, ailesinden, toplumdan, hatta kendisinden bile ayırıp götüren farklı, yasak gerçekler saçtığı vs. bu kimi konuların yarattığı teessüratlar, hele öğrencilik yıllarında bende ilgi uyandırmıştı. Bu âleme ikinci ve daha muhteşem ilgi dalgasını, daha doğrusu, artık ihtiyacı – eserlerim, onların içiyle, gizemli yazı yollarıyla havalı hızla, bazen sürünerek ulaştığım, daha doğrusu, direndiğim girişsiz, çıkışsız, açıklamasız çıkmazlar, gerçeklikle bir türlü kesişmeyen ve hiçbir zaman kesişmeyeceğinin korkunç gerçeğini bana nasılsa, sanki görünmez “dur!” işaretiyle anlatan gizemli dayanacaklar – ilahi makamlar yarattı. Ve ben Sufilik hakkında elime geçen ilk kitabı okumaya başladım. Fakat fikirlerin karışıklığı, ifade ve yazı üslubunun zorluğu satırların altında saklıları anlamaya, algılamaya imkân vermedi. Böyle olunca da ben kitabın sonluğunda yer almış küçük bir bölümü – insanın müphem ilahiliyi, kutsallığı, günah hassaslığı ve bu sağlıksız hassaslığın bıraktığı acı ıstırapları yansıtan “İmam Hasan’ın Zikirleri” adlı küçük öyküleri çevirmeyi bir kenara bıraktım. İlk hikâyenin sonuna ulaşır ulaşmaz, çalkantılı duygular deryasına düştüğümü, yüreğimin tuhaf – sevgi ağrısını andıran ağrılarla dolmağa, bu ışık ve merhamet dolu ağrıların bütün vücudumu sarıp, kaynar damlalarla gözlerimden ahmağa başladığını hissettim. Her şey de buradan başladı.
– Şu anda ne üzerine çalışmaktasınız?
– Dediğim kimi, son yedi yılım Ana dilimizin Ana kitabı, bütün edebiyatların söz ve ifade kaynağı olan İmla Kılavuzu üzerinde işe adandı. Büyük zahmet, yorucu beyin çalışması isteyen bu işin sonucu olarak 2017 yılında önceki imla kılavuzlarında yer almış 60 000 bine civarında yazılışı ve anlamı kusurlu, yabancı sözlerden, edepsiz anlamlı ifadelerden, “hafıltı”, “tırtıltı” ve “gavılltı”lardan, köpek havlamaları, miyavlama ve guggultulardan temizlenmiş ilk mükemmel imla kılavuzu – “Azerbaycan Dilinin İşlek İmla Sözlüyü”, 2020 yılında kapsamlı “Azerbaycan Dilinin İmla Lügati” yayınlandı. Sürecin devamı olarak, eski sözlüklerden çıkarılmış 60 000 civarında kusurların barklı başlıklar ve bölümler üzere sınıflandırıldığı “Azerbaycan Dilinin İmla Lügatinden (Nesimi adına Dilcilik Enstitüsün 2013 ve 2021 yıllı yayını) Çıkarılmış Sözlerin Tasnifatı” adlı kapsamlı araştırma çalışması da artık bitti, kitap yakın günlerde Devlet Dil Komisyonuna, hem de halka sunulacak. Dilimizin başına açılan oyunları bütün manzarası yansıtan o sarı ciltli, “ünlü” kitabın içinden, derimin altından cımbızla çekip çıkardığım, sonra her birini, az kalsın büyüteç camı altında o yüz bu yüzüne çevirip ne olduğunu belirlemeye çalıştığım bu zehirli söz – böceklerin, bıyıklı-boynuzlu, sakal-kuyruklu harf karamalarının incelenmesine adadığım ruhi sarsıntılar, mide bulantı ve baş ağrıları dolu uykusuz yıllarım, düşünüyorum, aklımda – gemisi, kaderin acı hükmüyle yamyam yerlilerin adasına denk gelmiş ve orada onların kurbanına çevrilmiş ünlü İngiliz deniz seyyahı James Cook’un üzüntülü hayat öyküsü gibi, ebedi kalacak. Fakat konunun diğer, daha ilginç tarafı – epey bir gücümü, yaratıcı enerjimi aldığını düşündüğüm o boğucu yılların, oysa beni hiç de üzüp elden salmadığını, tam tersi, ağır talimlerin askeri metinleştirdiği gibi – Söz, Onun kudreti, gizli hayatı ve imkânlarıyla ilgili bir gizemli bilgiler ve ilahi bilgilerle doldurduğunu yüze çıkarmam oldu. Bu gizemli hadise lap bu yakınlarda – ardını yazmağa başladığım “Akademi” romanının yeraltı tünelleri andıran, tozlu elyazmaları dolu loş katlarına inerken oluverdi...